Vefâtlarının 67. yılında hürmetle yâd ediyoruz.
Yeni Dönem Mûsikî Eğitimlerimiz Başlıyor

Prof. Dr. Kenan Gürsoy Hakkındaki Köşe Yazısını Tekzip Metinleri

25 Temmuz 2017

22.07.2017 tarihinde Birgün Gazetesinde Erk Acarer imzası ile yayımlanan köşe yazısı hakkında, Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu Başkanımız Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un tekzip metni aşağıdadır.

Sayın Erk Acarer,

22.07.2017 tarihli “Fotoğraftaki kim? Kuzu’yu Feto’ya götüren kişiye İBB’den onur gecesi” başlıklı köşe yazınızla ilgili olarak aşağıdaki yazımı kaleme alıyor; bir tekzip mahiyetinde düşünülmesi hususunda gereğini rica ediyorum.

Öncelikle yazınızın dokuz-on aydan beri sosyal medyada yayınlanmakta olan ve içinde Fethullah Gülen, Burhan Kuzu, Fehmi Koru, Mithat Melen ve şahsımın yer aldığı fotoğraflarla ilgili bir açıklama fırsatı vermiş olması dolayısıyla buruk bir teşekkürle söze başlamak istiyorum.

Ayrıca bünyesinde doçent ve profesör olarak görev yaptığım Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu antropolog kimliğiniz ile – belki o dönemde tanışmamış olsak bile- dürüst bir gazeteci ve köşe yazarı olduğunuza inanmak istemem, benim size bir şekilde yakınlık duymamı sağlıyor.

Değerli Acarer, ilgili fotoğrafların ne sosyal medyadaki, ne de sizin yazınızdaki takdiminde, bu bir araya gelmenin hangi tarihte ve hangi mahiyette olduğu hususu hakkında hiçbir malumat verilmiyor. Sanki yeni zamanlarda çekilmiş ve son dönem olaylarıyla da ilgili imiş gibi bir intiba yaratılıyor. Bu belirsizliğin önüne geçmek adına hemen ifade edeyim ki bu resim; 2004 yılına yani on üç yıl öncesine aittir. Washington’da Johns Hopkins Üniversitesi SAIS Araştırmalar Merkezi ile o dönemlerde tamamen legal bir kuruluş olarak bilinen Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen Abant toplantısının hemen akabinde, aynı vakfın onursal başkanı olan Fethullah Gülen’e bir grup katılımcı ile birlikte yapılan bir ziyaretle alakalıdır.

Herkesin gayet iyi bildiği gibi Abant Platformu, 2000’li yılların başından itibaren Türkiye’de ve hatta dünyada değişik eğilimli düşünce, bilim adamı ve siyasilerle, medya mensuplarını müşterek bir ortamda toplayan, ülkemizi yakından ilgilendiren konular üzerinde tartışmalar yürüten, farklılıkların bir araya gelebilmelerini sağlayan ve bunların sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmayı hedefleyen bir think tank kuruluşu idi. Bu platformda yapılan bütün konuşmalar ve hazırlanan sonuç bildirgeleri; virgülüne kadar değiştirilmeden yayınlandı ve canlı olarak da kitle iletişim araçlarıyla halka sunuldu.

Prof. Dr. Mehmet Aydın Bey’in Abant toplantıları danışma kurulu başkanlığı, ilgili bilim adamımızın siyasete atılması sebebiyle bir dönem için Prof. Dr. Mete Tuncay ve şahsıma eş başkanlık olarak teklif edildi. Her ikimiz de barışçıl ve bütünleyici görüntüsü nedeniyle bu görevi kabul etmekte beis görmedik.

Hemen söyleyelim; görevi toplantıların gündemini belirlemek ve katılımcıların kimler olacağı hususunu tespit ve teklif etmek olan bu kurulun hiçbir ferdine ne vakıf yönetiminden ne de dışarıdan herhangi bir telkin ve tavsiye gelmemiştir. Bu yurt içi ve yurt dışı toplantılar; Türkiye, Amerika, Belçika, Fransa gibi ülkelerde ve ayrıca Avrupa Birliği ortamında seçkin bilim, siyaset ve düşünce adamlarından oluşan çok sayıda katılımcı ile gerçekleşmiştir.

Amerika Abantı ise, o zaman devlet bakanımız olan sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın Bey’in ve Amerikalı fikir adamı Fukayama’nın başkanlığında açılmış; Türkiye’den ve Amerika’dan pek çok değerli ismin bilimsel ve entelektüel katkılarıyla gerçekleşmiştir. Bu toplantıların kayıtlarının her an incelenebilir durumda olduğunu düşünüyorum.

Takdir edersiniz ki, fotoğrafta yer alan isimlerin ilgili mekâna götürülüp Fethullah Gülen’le tanıştırılmaları çok tabii bir akış içinde gerçekleşmiştir.

Bu zatla benim karşılaşmam da ilk defa ancak o gün vuku bulmuş, daha sonra da kendisiyle her hangi bir görüşmem ya da haberleşmem söz konusu olmamıştır.

Yazınızda bahsedildiği üzere benim Devlet’le Fethullah Gülen arasında aracı olduğum hususu ise tamamen hakikat dışıdır. Bu mesnetsiz yakıştırmanızı şaşkınlıkla karşıladığımı ifade etmek isterim.

Sayın Acarer, yazınızda bir de benim ailemden ve kariyerimden söz etmişsiniz. Aslında her iki husus için de böyle bir tahmin ve yargıda bulunma zahmetine katlanmanıza gerek yok idi.

Çünkü herhangi bir kültür, edebiyat, felsefe ve tasavvuf tarihi klasik ya da çağdaş malumat eserine bakma zahmetine katlanmamış olsanız dahi Google size rahatlıkla rehberlik edebilirdi.

Ben anne ve baba tarafından en az iki yüz yıllık süre ile (daha öncesini saymak kayıtlarla mümkün) ülkemiz ilim kültür ve devlet hayatına pek çok katkıda bulunmuş bir ailenin ferdiyim.

Babam Cumhuriyet dönemi hukuk reformlarına ve ilmine büyük hizmetlerde bulunmuş bir neslin saygın bir öğretim üyesi olarak Ankara Üniversitesi Medeni Hukuk Anabilim Dalı eski başkanlarından Prof. Dr. Kemal Tahir Gürsoy (1913-1997), annem ise Osmanlı son dönemi maarifçi ve mutasavvıflarından Kenan Rifai Büyükaksoy’un kızı Hikmet Kâinat Hanım’dır.

Ailem için “tarikatçı” ifadesini kullanmışsınız. Tasavvufa ilişkin bir irfan ortamında büyüdüğüm doğrudur. Müslüman kelimesini İslamcı olarak değil de; bir siyasi doktrin yobazlığından uzak, temiz bir inanç hayatını yaşayan insanlar karşılığında kullanıyoruz. Tıpkı bunun gibi tasavvufi bir terbiyeden gelene de tarikatçı değil; tekkelerin açık olduğu dönemlerde “ehl-i tarik” adı verilirdi. 1925 yılında tekkelerin kapatılması karşısında, bu kararın yanlış olmadığını tekrar etmiş bulunan Kenan Rifai, insanın insan olmak ve irfan kazanmak adına bir kültür ortamında yetişmesi anlamına gelecek bir ifade sarf etmiş; “belki bir gün açılacaktır, ama akademiler şeklinde” demiştir. Çünkü o, herhangi bir şekli özellik içinde kaybolmaksızın insanın manevi ve ahlaki olarak yetişmesini arzu etmekte idi. Çağdaş bilime ve felsefeye açık, çok lisan bilen bir münevver olarak onun bu tarzı elbette bilinir. Yurt içinde ve dışında pek çok kitaba muhteva ve motif oluşturmuştur.

Denilebilir ki, ailemin her iki tarafı da gelenekli olmakla beraber Türk modernleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

Benim ise, büyük babamı manevi ve ahlaki bakımdan örnek aldığım hususu açıktır. Bu ne bir siyasi hakimiyet kurma, ne bir cemaat oluşturma, ne de devlet ile cemaatler arası bir ilişkiler ağı düzenleme anlamına gelir.

Şahsıma gelince; siz yazınızda şöyle bir ifade kullanmışsınız : “Kenan Gürsoy din, devlet, tarikat ilişkilerinden olsa gerek Allah’ın yürü ya kulum” dediklerindendir.

Değerli Acarer şunu size söylemeliyim ki; kariyerimde hangi merhaleye geldim ise bu tesadüfi ya da dış aracılarla olmamıştır. Orta okul ve lise öğrenimimi Saint Benoit Fransız Lisesi’nde gerçekleştirdim. Fransızca eğitim-öğretim yapan liselerden mezun dereceli öğrencilere verilen Fransız hükümetinin bursuyla Rennes ve Paris Sorbonne Üniversiteleri’nde okudum. Dönüşümde Atatürk Üniversitesi’nde yeni açılan Felsefe Bölümü’nde görev aldım. Bu üniversitede doktoramı verdim. Doçentliğimin ilk yılını bu kurumda geçirdim. 1984 Yılından itibaren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde doçent olarak çalışmaya başladım. 1989 Yılında profesör oldum. 1997 Yılından itibaren ise Galatasaray Üniversitesi’nde görev aldım. Bu üniversitede Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Felsefe Bölümü Başkanlığı ve Fen- Edebiyat Fakültesi dekanlığı gibi görevleri yürüttükten sonra meşgul olduğum konuların ve çalışma alanlarımın uygun olması sebebiyle bir kültür ve diyalog ortamı olan Vatikan’da Türkiye büyükelçisi olarak 2009-2014 yılları arasında görev yaptım. Bu görevden sonra Mart 2015 tarihinde devlet hizmetinden emekli oldum.

Dünyanın pek çok yerinde çağrılı konferansçı olarak konferanslar verdim ve misafir öğretim üyesi olarak ders vermek adına davet edildim. Farklı saygın akademik kurumlarda kurul üyeliklerinde bulundum.

İdari anlamda yaptıklarım kendi hazırladığım ya da benim için hazırlanan raporlarda, akademik mesaimin sonuçları ise kitap ve diğer yazılarımda açıkça görülebilir. Ayrıca bir felsefe adamı olarak düşüncelerim ve değerler bahsindeki yaklaşımım sadece öğrencilerim ve meslektaşlarım tarafından değil; entelektüel kamuoyu tarafından da bilinmektedir. Doğrusu “yürü ya kulum” ifadesindeki hafiflik bu mesainin ciddiyetini ve ağırlığını görmezlikten gelen bir hakaret niteliği taşımaktadır.

Fakat bu yazınızda sayın Acarer beni asıl kırmış olan ifadeniz “solcu, demokrat, devrimci öğrenci sevmediğim ve onlardan atılmasına sebep olduklarımın bulunduğu” yönündeki asılsız beyanınızdır.

Şunu belirtmeliyim ki, kırk yılı aşkın öğretim üyeliğim süresince hiçbir öğrencimi ayırmadan sevdim; onları her seferinde ve her vesileyle himaye etmeye özen gösterdim.

Hayatım boyunca kendi adıma kazandığım sermaye; onların bana samimi duygularla gösterdikleri sevgi ve saygıdır.

Pek değerli Acarer; güzel yurdumuzu ve her halde bütün bir insanlığı son zamanlarda büyük bir bunalıma sürükleyen eksikliklerimizin başında kavramları kullanışımızdaki belirsizlik kadar yekdiğerine karşı duyduğumuz hoşgörüsüzlük ve sevgisizlik geliyor. Bu da her halükarda adaletsizliğe yol açıyor. Olduğum, felsefe adamlığımın ve olmak istediğim, gönül insanlığının içinden sesleniyorum: Gelin tanış olalım.

Prof. Dr. Kenan Gürsoy

********************************************************************************************************************************************

Prof. Dr. Belkıs Altuniş Gürsoy’un konu ile alakalı yazıları

Sayın Acarer;

22.07.2017 Tarihli yazınızda Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile ilgili olarak verdiğiniz bilgilerin doğruluğunu test etmek ihtiyacı duydunuz mu? Devletle Fethullah Gülen’i buluşturan kimse olarak Kenan Gürsoy’u takdim ediyorsunuz. Bu ince fikre nasıl ulaştınız? Gürsoy’un Sayın Burhan Kuzu’yu Fethullah Gülen’e götürdüğünü ifade ediyorsunuz? Bu kanaate nasıl vardınız? Gürsoy’un bir takım ağlar, bağlantılar kanalıyla akademik hayatta çabucak yükseldiğini söylüyorsunuz. Bu iddianızı ispat edecek verileriniz var mı? Gürsoy’un dekan yardımcılığı sırasında sol görüşlü öğrencileri okuldan attırdığını dile getiriyorsunuz. Bir dekan yardımcısının böyle bir niyeti olsa bile bunu gerçekleştirmeye gücü yeter mi? Ayrıca okuldan atıldığını söylediğiniz kimselerin elinizde isimleri var mı? Eğer böyle isimler var ise bu kimselerin Kenan Gürsoy kanalıyla böyle bir gadre uğradıklarına nasıl hükmettiniz? Evet, sayın Acarer, insanları karalamak, deste deste suç isnat etmek çok kolay kolay olmasına ama, iş o kadarla bitmiyor. Evrensel insan haklarından, insanların onur ve şerefini korumak hakkından vazgeçtim, ama, hiç değilse medya etiği diye bir kavramdan olsun bahsetmeye hakkımız var mı? Saygılarımla..

Prof. Dr. Belkıs Altuniş Gürsoy

********************************************************************************************************************************************

Prof. Dr. Kenan Gürsoy Felsefe Atölyesi, Hocaları Hakkında yapılan saygısız yayını kınıyor
22 Temmuz 2017 tarihinde Erk Acarer imzasıyla BirGün Gazetesi’nde “Fotoğraftaki Kim? Kuzu’yu Fetö’ye götüren kişiye İBB’den Onur Gecesi” başlığıyla yayınlanan haberin, Prof. Dr. Kenan Gürsoy Felsefe Atölyesi öğrencileri olarak bizleri, fevkalade şaşırttığını ve üzdüğünü belirtmek istiyoruz.Prof. Dr. Kenan Gürsoy Felsefe Atölyesi; Etik ve Değer Felsefesi alanında çalışmak isteyen, çağdaş demokratik değerleri benimsemiş, insan haklarına saygılı, sorumluluk sahibi ve cumhuriyet ilkeleri ile bütünleşmiş sivil ve gönüllü bir oluşumdur.Bu oluşum atölye çalışmalarına 2006 yılının Kasım ayında Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi’nde başlamıştır. Galatasaray Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi dekanlığı esnasında Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un, her yaştan ve çeşitli uzmanlık alanlarından gelen elli kişilik bir grubun teklifini kabul ederek başladığı atölye çalışmaları, kesintisiz bir şekilde halen Kadıköy Belediyesi Kozyatağı Kültür Merkezi’nde devam etmektedir ve katılmak isteyen herkese açıktır.Bu yıl Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un meslek hayatında 40. yılını tamamlaması nedeniyle, bugüne kadar yetiştirdiği öğrencileri tarafından çeşitli saygı toplantıları düzenlenmiştir. Bunlardan biri de 7 Ocak 2017 tarihinde Felsefe Atölyesi’nin de katılımıyla gerçekleşen, “Hikmetin İzinde Kenan Gürsoy’a Armağan” kitabının kendisine takdim edildiği ve hocamızın felsefesinin ana hatları ile ele alındığı “Hikmetin İzinde Kenan Gürsoy’a Saygı” sempozyumudur. Bu sempozyum ile kendisine takdim edilen armağan kitap, çoğunluğu felsefe alanından olan pek çok akademisyen, entelektüel ve sanatçı ile dostları ve öğrencilerinin kıymetli makalelerinden oluşmaktadır. Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un fikirlerini ve düşünce hayatımız için ifade ettiği anlamı tanımak isteyenler, kendi eserlerinin yanında hakkında hazırlanan bu kitaba da başvurabilirler.Türk düşünce hayatı adına da önemli bir kaynak teşkil eden bu kitap ve hocamızın eserleri incelendiğinde, Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un bütün insani ilişkilerin temeline etiği koyan, etik bir toplum ve etik bir insanlık idealine inanan, dünya barışı için felsefi çözüm yolları arayan, bunu da bir gönül lisanı ile ifade eden bir düşünür olduğu görülecektir.

Ömrünü kültür ve medeniyetimizin tanığı, oluşturucusu ve timsali olmaya adamış, her fırsatta ve zeminde insan yetiştirmeyi gaye edinmiş olan Prof. Dr. Kenan Gürsoy,  hiçbir suretle söz konusu suçlamaların muhatabı olamayacak bir karakter ve kişilik sergilemektedir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından salon şartlarından dolayı iptal edilen onur gecesi afişi ve on üç yıl öncesine ait fotoğrafların hiçbir açıklama yapılmadan bir takım yanıltıcı iddialarla paylaşılabiliyor olmasının, yayıncılık etiği açısından uygun olmadığını belirtmek istiyoruz. Zira bu görüntüler okuyucuya asılsız bilgiler sunmakta, okuyucunun doğru ve güvenilir habere ulaşma hakkını gasp etmektedir.

Bir kişinin ailesine ve geçmişine, kanıt gösteremeden -üstelik “yürü ya kulum” gibi basit ifadeler kullanarak- ithamda bulunmak, kanun nezdinde suçtur ve bunun bir editörün eleğinden geçebilmiş olması büyük bir talihsizliktir.

Bahsedilen yazıda belirtilen bilgilerin gerçekliği doğrulanmadan yayına alınmış olması bir art niyetten kaynaklanmasa bile, en iyi ihtimalle editöryal bir hatadır. Lakin bu ihmalkârlığın vahim sonuçları olabileceği göz önünde bulundurulursa, yapılan hatanın masumane bir yanı kalmamaktadır.

Hak, hukuk, adalet ve basın etiğine inanan insanlar olarak bu hatanın en kısa sürede düzeltilmesini talep ediyoruz.

Prof. Dr. Kenan Gürsoy Felsefe Atölyesi Öğrencileri

********************************************************************************************************************************************

Galatasaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde görevli bir grup öğretim elemanı adına Doç. Dr. Cem Özatalay’ın, Birgün’deki yazıyı yayımlayan T24’le de paylaştığı açıklama şöyle:

“Türkiye’de tarafsız ve araştırmacı haber yapma iddiasını halen taşıyan birkaç gazeteden biri olan Birgün Gazetesi’nde, 22 Temmuz 2017 tarihinde Erk Acarer imzasıyla ve “Fotoğraftaki Kim? Kuzu’yu, Fetö’ye götüren kişiye İBB’den onur gecesi” başlığıyla yayımlanan haberin, Galatasaray Üniversitesi’nde halen çalışmakta olan bizleri çok şaşırttığını ve üzdüğünü belirtmek isteriz. Türkiye’de 20 Temmuz 2016’da OHAL’in ilanıyla birlikte başlayan ve keyfi bir biçimde sürmekte olan cadı avına, Birgün gazetesinin de katılacağını beklemezdik doğrusu.

“Bahsi geçen haberde; 1997 yılında çalışmaya başladığı Galatasaray Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde, Vatikan Büyükelçiliği’ne getirildiği 2009 yılına kadar, bazılarımızın meslektaşlık ilişkisi bazılarımızın da hoca-öğrenci ilişkisi temelinde bir arada bulunduğu, yakından tanıma fırsatı bulduğu Kenan Gürsoy hakkında, maddi dayanakları olmayan bir takım iddiaların ileri sürüldüğünü üzülerek gördük.

“Kenan Gürsoy’un dinler arası diyalogu sağlamak üzere faaliyet ve görevlerde bulunmuş olmasını, hiç bilinmeyen bir gerçeği ifşa etme iddiasıyla veren haberi okurken şaşırdık.  Zira tasavvuf ve fenomenoloji alanında eserler vermiş olan Kenan Gürsoy’un çalışmalarından herhangi birine göz atmak, onun kavrayışında dinler arası diyalogun ne denli önemli bir yer tuttuğunu görmek için yeterli olurdu. Türkiye Devleti dinler arası diyalog meselesini gündemine aldığı dönemde, Gürsoy’a bu politikaya katkı sunması için çağrı yapmış ve o da bu çağrıyı olguların da işaret ettiği gibi olumlu yanıtlamıştır. Fotoğrafları yayımlanan görüşmeler de bu bağlam içinde gerçekleşmiş, Vatikan Büyükelçiliği görevini de bu çerçevede üstlenmiştir. Zaten dinler arası diyaloğun devletin gündeminden düşmesiyle birlikte Kenan Gürsoy’un çalışmalarına ihtiyaç kalmadığı düşünüldüğünden olacak, 2014 yılından bu yana da kendisine herhangi bir resmi görev teklif edilmemiştir.

“Bu talihsiz haberde, “Gürsoy’un, solcu, demokrat, devrimci öğrenci sevmediği ve üniversiteden atılmasına sebep olduğu öğrenciler bulunduğu” ileri sürülmüştür. Bu konuda net konuşabiliriz: Kenan Gürsoy, 1997’den 2012’ye kadar çalıştığı Galatasaray Üniversitesi’nde, herhangi bir meslektaşına ya da öğrencisine görüşleri kendisininkilerle uyuşmuyor diye bir yaptırım uygulamamış, kimseyi cezalandırmaya çalışmamıştır. Tam tersine, kendisiyle dünya görüşü bakımından neredeyse 180 derece zıt olan bizler kendisini her görüşe saygılı, yöneticiliği süresince demokrat davranıştan ödün vermeyen bir meslektaşımız, hocamız olarak tanıdık. Zaten haberde iddialar temellendirilmemiş, iddialara konu olan olayların taraflarının görüşlerine başvurulmamıştır.  Öyle olunca haberin yandaş medyada her gün onlarcasına rastladığımız ihbar amaçlı “çamur at izi kalsın” mantığıyla hazırlanan haberlerden bir farkının kalmadığını üzülerek belirtmek isteriz.

“Zor dönemlerden geçiyoruz. Türlü adaletsizlikler üreten otoriterleşme dönemlerinde, halen tarafsızlık ve objektiflik iddiasındaki bir avuç medya kuruluşunun da sağduyusunu kaybetmemesini, ihbarcılık anlamına gelen haberlerden uzak durarak yeni adaletsizliklere yol açmamasını ve gazeteciliğin temel ilkelerine saygı göstererek haberin düzeltilmesini veya bu eleştirimize gazetenizde yer verilmesini bekliyor, gereğini rica ediyoruz.”

GSÜ Öğretim Üyeleri

********************************************************************************************************************************************

Meslektaşları ve Öğrencileri Prof. Dr. Kenan Gürsoy Hakkında Yapılan Mesnetsiz ve Saygısız Yayını Kınıyor

Hocamız Prof. Dr. Kenan Gürsoy hakkında 22 Temmuz 2017 tarihinde Birgün Gazetesi’nde yayımlanan, haksız ve mesnetsiz iddialarla dolu olan köşe yazısı, meslektaşlarını ve öğrencilerini rencide etmiştir. Felsefe camiası olarak söz konusu haberi kabul edilemez bulduğumuzu ve kınadığımızı kamuoyu ile paylaşmak isteriz.

Bu haberin Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un çalışmalarından, fikirlerinden ve şahsiyetinden hiç haberdar olunmadan, biyografisine bile bakılamadan hazırlanmış olduğu açıktır. İdareci olarak çalışmış olduğu Üniversitelerdeki başarı ve katkılarının bile göz ardı edildiği bu yazının maksatlı olarak kaleme alındığı anlaşılmaktadır.

Gerek eserleri, yetiştirdiği öğrenciler, düzenlediği seminerler ve atölye çalışmaları, gerekse televizyon programları ile kamuoyunun önünde saygın bir kişilikle temayüz etmiş olan Gürsoy’un, maksatlı haberlerle itibarsızlaştırılmaya çalışılmasını kabul edilemez buluyoruz.

Türkiye’de üç nesil felsefecilerin yetişmesinde emeği ve katkısı olan Gürsoy, kültürümüzün felsefe ile yorumlanması için meslek hayatının ilk gününden itibaren özverili bir çaba ortaya koymuştur. Meslekte kırkıncı yılını tamamlamış olması sebebiyle düzenlenen ve aslında çok daha fazlasını hak etmiş olduğu bir saygı gecesinin ertelenmiş olmasının çarpıtılarak, buradan çirkin ve kasıtlı anlamlar çıkartılmasını da son derece etik dışı buluyoruz.

Felsefenin kamu hayatındaki yerini pekiştirecek, felsefeyi insanlık için işlevsel kılacak, etik temellere dayalı evrensel barışın felsefi imkânlarını araştıran bir düşünür portresi çizen Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un böyle iftiralara maruz kalması ülkemizde özgün ve iddiası olan bir felsefe hayatı oluşturulmasına da bir suikast girişimi olarak görülebilir.

Prof. Dr. Kenan Gürsoy ve onun gibi düşünürlerimiz hedef gösterilmek suretiyle kültürel, entelektüel ve manevi gündemimizden uzaklaştırılmalarını amaçlayan bu tip yayınların, halis ilim ve irfanın yerine kaosun, polemiklerin ve sahte kahramanların önünü açmak isteyenlerin bir oyunu olduğu kanaatini kamuoyuyla paylaşmak isteriz.

Meslektaşları ve Öğrencileri

********************************************************************************************************************************************

Ömrünü Türk kültür ve îman hayâtına adamış olan İlhan Ayverdi, 24 Ekim 1926’da Manisa’ya bağlı Akhisar’da doğdu. Ruslara karşı kahramanca savaşan Dağıstanlı halk kahramanı ve lideri Şeyh Şâmil’in hanımı, babaannesinin halası olur. Baba tarafından dedeleri Hasan Basri Bey’in kabri, Ortaköy’deki Yahya Efendi Dergâhı bahçesindedir. Anne tarafı Sofyalı, büyük babası Serez eşrâfından, Negova ve Belova’da çiftlik sâhibi bir beydir. 93 Harbi sırasında “Bulgarlar çiftliklerinizi basıp sizi öldürecekler” haberini alınca çâresiz kalan âile toparlanıp önce Bursa’ya oradan da Ödemiş’e gidip yerleşirler.

Âilelerin Mehmet Murat ve Fatma Pâkize isimli çocukları Ödemiş’de evlenir ve Akhisar’a yerleşirler. Bu çiftin Akhisar’da doğan dört evlâdından üçüncüsü olan İlhan Ayverdi, daha çocukluk yıllarında cömertliği, yardımseverliği, arkadaşları ile çok iyi geçinmesi, vefâkâr oluşu ve gönül kırmaktan son derece çekinmesi, etrafına karşı çok müşfik davranması ile yakınlarının dikkatini çeker. İleriki senelerde bu güzel hasletleri daha olgunlaşacak ve onu bir ihlâs âbidesi haline getirecektir. Öyle ki ileriki senelerde sayıca çok fazla olan yardım taleplerinin her birini karşılamaya çalışırken sıkıntıya düşmesinden endişe edenlere, “Ekrem Bey bu parayı sadece benim için kazanmadı” diyecektir.

İlhan Ayverdi, ilk ve orta tahsilini Akhisar’da tamamlar. O devirde Akhisar’da lise olmadığı için İzmir’deki Karataş Lisesi’ne kaydolur ve 1943 yazında lise diplomasını alır.

Lisedeki edebiyat hocası Müfide Hanım ile aralarında oluşan sıcak râbıta fakülte seçiminde de ona rehber olacaktır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girer. Bu seçiminden de hiçbir zaman pişmanlık duymadığını her vesileyle ve büyük bir memnuniyetle ifâde edecektir. Fakültede çok değerli hocaların elinde yetişecektir.

1949 senesinde üniversiteden mezun olduktan sonra edebiyat öğretmenliğine başlar. Sırası ile Anarat Hiğutyun Ermeni Ortaokulu, Galatasaray Lisesi, Zoğrafyon Rum Lisesi (1951-55), Saint ]oseph ve Saint Michel Fransız Liseleri ve 1960 senelerinde Çapa Eğitim Enstitüsü’nde edebiyat öğretmenliği yapar.

İstanbul Maârif Müdürlüğü’nde çalıştığı dâirede, Mehmet Örtenoğlu ile tanışması onun hayâtının dönüm noktalarından biri olacaktır. Bu müstesna insan medrese mezûnu iken dişçi mektebini bitirmiş, Birinci Cihan Harbinde Irak cephesinde İngilizlere esir düşerek o kargaşalıkta diplomasını alamamıştır. Hocası onu Maârif Müdürlüğü’ndeki vazifesine yerleştirir. Diplomasını neden sonra alabilen Mehmet Örtenoğlu, “Efendim beni bu vazifeye koydu, başka bir talebim yok” diyecek bir gönlün sâhibidir. Aynı zamanda gençlerin sohbetine doyamadığı muhterem bir insandır.

İlhan Ayverdi’nin hayâtındaki ikinci dönüm noktası ise Sâmiha Ayverdi ile tanışmasıdır. Bir gün “Haydi Bâbıâli’ye gidip bir roman alalım” diyen akrabası bir genç ile Garbis Fikri’nin Cağaloğlu’ndaki kitabevine giderler. Garbis Bey kendisine Sâmiha Ayverdi’nin Yaşayan Ölü adlı kitabını tavsiye eder. Bu tavsiyeyi önce kayıtsızlıkla karşılayan ve o zamanlar henüz on sekiz yaşlarında bir genç kız olan İlhan Hanım, yanındaki arkadaşına “önce sen oku” diyerek kitabı verir. Bir müddet sonra kitabı okumaya başlayınca da dünyâsının değiştiğini hisseder. Hemen aynı yerde çalıştığı büyüğü Mehmet Örtenoğlu’na koşarak Sâmiha Ayverdi’yi tanıyıp tanımadığını sorar. Aldığı cevap kuru bir evettir. Halbuki Mehmet Dede, âileyi yakından tanımakta olup senelerdir sohbet meclislerine devam etmekte fakat o zamânın edep ve terbiyesi gereği henüz işlenmemiş bir cevher olarak telâkki ettiği genç talebesine sır vermemektedir. Bu böylece üç sene sürer. 1948 senesinin bereketli bir gününde Mehmet Dede, İlhan Hanım’ı elinden tutar ve Sâmiha Ayverdi’ye götürür.

Bu ilk karşılaşmada Sâmiha Ayverdi, İlhan Hanım’a “Namaz kılıyor musun?” diye sorar. “Alaca” cevâbını alınca “Kıl, kıl” der. Oradan çıkışta da aynı zamanda Sâmiha Ayverdi’nin de hocası olan Ken’an Rifâî’nin konağına giderler. Muhtemelen 1949 târihinde gerçekleşen bu ilk görüşmeden sonra İlhan Hanım, Fâtih’deki konağa bu müstesna şahsiyetin vefat ettiği 1950 yılına kadar müteaddid defâlar gidecektir.

Gene annesi ve Mehmet Örtenoğlu ile birlikte ziyâretlerine gittiği bir gün, edep ettiğinden yukarı çıkmayarak aşağıda kalır. Kenan Rifâî Hazretleri “İlhan nerede?” diye sorduklarında ise Mehmet Örtenoğlu, “Rahatsız etmemek için çıkmadı” cevâbını verir. Verilen karşılık çok güzel ve mânidardır. “İnsan hiç babasını rahatsız eder mi?”

Sâmiha Ayverdi ile önceleri biraz resmi olan görüşmeleri, 8 Ekim 1959 târihinde Ekrem Hakkı Bey ile evlenmesiyle çok daha sıkı ve muhabbetli bir kıvam bulur. Bu hâdise hiç ummadığı bir şekilde ve çok sevdiği büyüğü Mehmet Dede’nin aracılığıyla gerçekleşmiştir. Hiçbir zaman aklına getirmediği bu evlilikle, kendi deyimiyle kesif ve son derece güzel bir kültür dünyâsının içine girer.

Artık on iki yıl süren hocalığın yerini bundan sonra Sâmiha Ayverdi ve Ekrem Hakkı Ayverdi ile berâber yürütülen cemiyet çalışmaları ve özel kültür faaliyetleri alacaktır. Ekrem Hakkı Ayverdi ile evlilikleri herkese örnek olacak bir güzellikte geçer. Öyle ki daha nişanlılık devresinde Ekrem Hakkı Bey ona yazdığı bir mektupta” Sizinle olan hayâtımız inşaallah çok neşveli olacak, evimizde siz, bütün ihvânı ve sevdiklerimizi toplayacak bir merkez kuracaksınız” der. Bu temenni yerini bulur ve hakikaten herkes tarafından sevilen İlhan Ayverdi, bilhassa gençlerin “Abla”sı olarak onların her türlü dertleriyle dertlenip, sevinçleriyle neşelenerek Ekrem Hakkı Bey’in evini bir merkez hâline getirmekte gecikmez. Aynı zamanda, sabırlı, yumuşak ve iyimser mizâcıyla, temelde son derece kıymetli özelliklerle mücehhez fakat zor tabiatlı eşinin hayâtını kolaylaştırarak ona huzur, şefkat ve muhabbet dolu bir zemin hazırlar.

1960 ile 1976 seneleri arasında Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osman Gazi’den Fâtih devrine kadar olan mîmârî mîrâsımızı topladığı dört ciltlik muhalled eserinin ve Balkanlar’daki Osmanlı devrine âit bütün mîmârî eserleri içine alan külliyâtının hazırlanmasında Anadolu ve Rumeli’yi karış karış gezerek çalışmalara fiilen iştirak eder. İlhan Ayverdi bu 20 senelik devrenin Ekrem Hakkı Ayverdi gibi bir kıymeti çalışmalarında desteklemenin, seyâhatlerdeki büyük güçlüklere rağmen hayâtının en zevkli ve şükredilecek devrelerinden biri olduğunu her vesile ile söyler.

İlhan Ayverdi, 1970 yılında kurulan ve aynı zamanda isim annesi olduğu Kubbealtı Vakfı’nın da başkanlığını yürütmektedir. Bu arada Sâmiha Ayverdi ile aralarında eşine az rastlanan bir mânevî râbıta ve teşrik-i mesâî vardır.

İlhan Ayverdi’nin uzun zamandır kafasını kurcalayan meselelerden biri de Türk dilinin içinde bulunduğu çıkmazdır. “Bu yolda Kubbealtı ne yapabilir?” sorusunun cevâbını henüz bulabilmiş değildir. Bir gün mutfakta her zaman olduğu gibi eşinin kahvesini pişirirken gönlünde cezvedeki köpük gibi bir iştiyâkın kabardığını hisseder. Zihnine şimşek gibi bir fikir düşmüştür. “Kubbealtı bir dil akademisi kurmalıdır. ” Hemen bu fikri Ekrem Hakkı Bey’e açar. “Neden olmasın” cevâbını alınca soluğu Sâmiha Ayverdi’nin evinde alır. Esasen hemen her gün fikir alış verişinde bulunduğu Sâmiha Ayverdi kendisine söyleyeceklerini notlar hâlinde kağıda yazmak alışkanlığındadır. İlhan Hanım heyecanla “Efendim size bir şey söylemek istiyorum” der demez kendisinden şu cevâbı alır: “Bir dil akademisi kuralım değil mi?” İşte bu hayırlı teşebbüsün başlangıcı iki zihnin ve gönlün ilâhi bir cilveyle aynı zaman ve noktada birbirinden habersiz buluşmasıyla olur. İlhan Hanım hemen faaliyete başlayarak bir grup dil âlimini bu yolda çalışmak üzere dâvet eder.

İşte kendi ifâdesiyle lugat serencâmının sâdece bir kısmı: Arapların bir sözü var, “Küllü câhilün cesur” yâni bütün câhiller cesurdur. Lugat çalışmasının ne kadar külfetli ne kadar müthiş bir şey olduğunu bilmeden biz üniversite ile bu işe başladık. Başladık, o zamanın kültür müsteşarı Emin Bilgiç’ti. Emin Bey çok alâka gösterdi, biz bunu bakanlık olarak basarız dedi. Üniversite’den, İstanbul’daki Türkoloji kısmının profesörleri, doçentleri hepsi bu çalışmaya dâhil olmak üzere -Allah rahmet eylesin Fâruk Kadri Timurtaş baştaydı- bir heyet kuruldu ve akademi bunlara neleri hazırlayabilir? Türkçe’deki her kelime için bir zarf açıldı ve yüzlerce eser tarandı. Bunlar dağıtıldı, bu taramalar o zarflara konuldu ve malzeme hazırlandı. Fakat o derece ağır ilerledi ki o zaman biz yalnızca idâreci olarak vardık burada. Fakat Allah rahmet eylesin Necmeddin Hacıeminoğlu ‘nun bir sözü vardı. “Bu iş kuma istemez” derdi tabiî profesörlerin kuması çoktu, şimdi benimki çok. . . Onun için çok yavaş ilerledi. Bir sene, iki sene bir şey yok ortada. Bu çalışmaya girmişiz, îlan ettik, ben vakfın başkanı olarak bakanlığa imzamla taahhütnâme verdim, bırakmamız mümkün değil ama üniversitenin yürütmesi de mümkün değil. Oturup başına çökeceksiniz bu işin. Öyle olunca ben bu işin altında kaldım. Hani çığ düştü altında kaldım meselesi var ya, öyle oldu ve altında kaldım.

Gerçekten de öyle olur. Allah âdeta irâdesini elinden almıştır. Günlerce dışarı çıkmayarak fişler arasına gömülürcesine kesif bir çalışmanın içine girer. Öyle ki bir gün sokağa çıkması gerektiğinde boğazdaki vapur iskelelerinin hangi yakada olduğunu hatırlamakta güçlük çekecek ve bunu anlattığında Sâmiha Ayverdi’nin gözlerinde beliren endişe bulutu, içinde bulunduğu durumun vahametini anlatacaktır.

Yıllar geçmekte onca dünya gailesinin içinde lugat çalışması ağır fakat kararlı bir şekilde ilerlerken geçen zamanla birlikte şartlar da değişmektedir. İlhan Hanım önce ağır bir mîde ameliyatı olur. Gençliğinde geçirdiği peritonitten dolayı ameliyattan istenen sonuç elde edilemez. Bu arada seksen yaşını geride bırakan Ekrem Hakkı Bey’in de sağlık durumu bozulmaya başlamıştır. O enerjik ve çalışkan insan artık zamânının çoğunu evinde geçirmekte pek dışarıya çıkamamaktadır. Tabiî bu durumda gene iş İlhan Ayverdi’ye düşecek eşinin mâneviyâtını bozmamak için ayda bir gerçekleştirilen akademik toplantıları sürdürmeye daha bir özen gösterecektir. Maalesef bütün ihtimâma rağmen Ekrem Hakkı Bey’in bozulan sağlığı düzelmez ve 24 Nisan 1984 günü İlhan Ayverdi hayâtının en büyük desteklerinden birini kaybeder.

Büyük dayanağı eşini kaybetmesiyle, kimseye hayır diyemeyen mizâcı gereği yorgunluğu ve gailesi büsbütün artar. Üstelik rahatsız olan Sâmiha Ayverdi’nin ona havâle ettiği mühim vazifeleri de vardır. Evi gene bütün hızıyla merkez olmaya devam etmekte, kesif lugat çalışmasının arasında câmiânın dertleriyle ilgilenmeye de devam etmektedir. Bir başka büyük acıyı 22 Mart 1993 günü en büyük dayanağı ve hocası Sâmiha Ayverdi’yi kaybettiğinde yaşar. Artık omuzlarındaki yük büsbütün ağırlaşmıştır. Üstelik sağlığı da pek iyi değildir. Geçirdiği beyin ameliyatından sonra dahi temposunu yavaşlatmaya râzı olmayan İlhan Ayverdi’nin sağlık durumu 2004 senesinde iyice bozulur. Uzun zaman hastahânede tedavi görür. Vücudunun her noktasından tehlike sinyalleri gelmektedir. Kemik erimesinden dolayı târifsiz ağrılar çekmesine ve yatağa bağlı olmasına rağmen ağzından en ufak bir şikâyet sözü çıkmaz.

Bütün bu sağlık problemleri arasında, ömrünün yarısını verdiği lugat tamamlanarak 2005 senesinde neşredilir. Topkapı Sarayı’nda yapılan tanıtım toplantısında bulunamayacak kadar rahatsızdır. Bu durum onu üzeceği yerde şöyle düşündürür: Bu kadar takdirle karşılanan bir eserin tanıtım merâsiminde bulunmak benliğini kabartabileceği için bu mahrumiyet şüphesiz ki Allah’tandır ve en hayırlısıdır.

İşte böylesine hassas ve olgun bir düşünce yapısının sâhibi olan İlhan Ayverdi, Sâmiha Ayverdi’nin deyişiyle “ezelden ebede izzetlenmiş” bu müstesna insan Türkçe’ye hediye ettiği Misalli Büyük Türkçe Sözlüğü hazırlamanın huzûru ve çok sayıda dostuna akl-ı selîmi ile her zaman yardım etmenin hazzıyla, bir ilim ve irfan ocağı olmaya devam eden evinde, 6 Kasım 2009 Cuma günü seksen üç yaşında, Cemâl’e kavuşmuştur.

12 Ocak 1926’da İstanbul’da doğdu. İlk öğrenimine 1933’te Ankara Dumlupınar İlkokulunda, Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazdığı odada başladı ve aynı okuldan mezun oldu. İstanbul’da başladığı orta tahsilini, Ankara’da bitirdi. 1945’te Ankara Kız Lisesi’nden mezun oldu. Yüksek tahsilini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde 1948’de tamamladı. 1952’de edebiyat doktoru unvanını aldı. Ayrıca 1947-1948 yıllarında, Yüksek öğrenimi sırasında, Adnan Ötüken’in D.T.C. Fakültesi’nde açtığı Kütüphanecilik Kursu’na devam etti.

1952’de girdiği imtihanı kazanarak, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’nde çalışmaya başladı. 1955’te Millî Kütüphane’ye nakledildi. Millî Kütüphane’de çeşitli görevlerde çalıştıktan sonra 1965 yılında Millî Kütüphane Genel Müdürü oldu.

1976’da Kültür Bakanlığı müşâvirliğine tâyin edildi. 1978’de müşâvirlik kadrosuyla yeniden Millî Kütüphane müdür vekilliğine getirildi. Kütüphane statüsünün Başkanlığa çevrilmesi üzerine, 1984’te Başkanlık görevine getirildi. 1987’de emekliye ayrıldı.

1960-1984 yılları arasında D.T.C.F. Kütüphanecilik Bölümü’nde -ek görevle- öğretim görevlisi olarak çalıştı.

Kültür Bakanlığı’nca, Atatürk Kültür Yüksek Kurumu’nun kuruluş çalışmalarında görevlendirildi. Yüksek Kuruma bağlı Atatürk Kültür Merkezi’ne 1984’ten itibaren aslî üye seçildi. 1995’ten itibaren de Türk Dünyası Ortak Edebiyatı Projesi’nde üye olarak, bu projenin Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi Alt projesinde başkan olarak çalıştı.

Yazı hayatına 1948’de başladı. Makaleleri çok sayıda dergi ve bazı gazetelerde neşredildi. Türk Ansiklopedisi’nde kütüphanelerle ilgili maddeleri yayımlandı. Az sayıda şiir yazdı. Millî Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı Bin Temel Eser ve Yayın Komisyonlarında üye olarak görev yaptı.

Türk Kütüphaneciler Derneği, Türk Dil Kurumu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Kadınları Kültür Derneği, Millî Kütüphaneye Yardım Derneği, Kadının Sosyal Hayatını Araştırma Derneği, Türk Folklor Araştırmaları Kurumu gibi derneklerde üyelik yaptı. Eskişehir Yunus Emre Kültür Vakfı, Bolu Köroğlu Kültür Vakfı, Cenan Vakfı mütevelli heyetlerinde kurucu üyedir. 1965-1978 arasında UNESCO Türkiye Millî Komisyonu’nda Millî Kütüphane temsilcisi olarak bulundu ve 1970-1978 arası iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı.

Kitaplarından ‘Karacaoğlan-Hayatı ve Şiirleri’ Tarsus Belediye Başkanlığı’nın 5 altın ödülünü kazandı. ‘Atatürk ve Millî Kültür’ Sakarya Valiliğince, başarılı öğrencilere ödül olarak verilmek üzere, 2006’da yeniden iki kere basıldı.

1986’da Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın Türk Kültürü’ne Üstün Hizmet armağanını, İLESAM’ın Türk Kültürü’ne Üstün Hizmet Ödülünü, Türk Folklor Araştırmaları Kurumu’nun İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülünü aldı. 2006’da İstanbul Belediyesi Kültür Dairesince, Dîvan edebiyatına hizmetlerinden dolayı ödül verildi. 2007 yılında Millî Kütüphane Büyük Okuma Salonuna ‘Dr. Müjgân Cunbur Okuma Salonu’ adı verildi.

25 Eylül 2013 günü, 87 yaşında, Ankara’da vefat etti.

Meşkûre Sargut, 1925 yılının Mart ayında Edirnekapı’da Tınaz ailesinin 3. kızı olarak dünyaya geldi. Annesi Şâdiye hanım, 3. çocuğunun da kız olmasına üzülünce, hocası Hz. Ken’an Rifâî tarafından lâtif bir şekilde îkaz edildi: Bebeğe hocası Meşkûre, yani “kendisinden dolayı şükür edilen” ismini koydu. Kalplerin casusu bir kâmil insan olan Hz. Ken’an Rifâi, yalnız Şâdiye hanımı ikazla kalmayıp, yeni doğanın bir ömür boyu nasıl etrafındakilere hizmete soyunacak bir sultan olacağının da müjdesini vermişti.

Meşkûre, henüz 40 günlükken götürülmeye başlandığı bu dost evinde hocası Ken’an er-Rifâî’ den tasavvuf ilminin inceliklerini, insan olmanın sırlarını öğrenmek lütfuna erdi. Bir yandan orta öğrenimini sürdürürken, bir yandan da yaşıtlarının çok farklı hevesler peşinde koştuğu dönemde, O gerçek ilmi kaynağından öğrenmenin mutluluğunu tadıyor, kıymetini biliyor ve öğrenmeye doymuyordu. Hocasının peşinde, izinde olmaya, rengine boyanmaya özen gösteriyordu. O kadar ki bu amansız takiple hocasını sıkmaktan korktuğunu bir keresinde O’na ifâde etmiş ama karşılığında “Senin için zaman ve mekân yok, her an yanımda olacaksın Meşkûre” cevabını alıp tuttuğu eteğe daha da sıkı sarılmıştı. Hocası O’nu, bu hakîkat ilmini kendisinden sonra 50 yılı aşkın bir süre öğretmesi için, sözüyle ilim, irfan; gözü ile hayır, sevgi; haliyle sabır telkin eden bir insan haline getirmek üzere işliyordu.

Yüksek öğrenimine İngiliz Filolojisinde devam ederken Dr. Ömer Faruk Sargut ile evlenen Meşkûre hanım, eşinin arzusu üzerine okulu bırakınca tasavvuf eğitimine daha da ağırlık verdi. 1950 yılında hocasının cemâle yürümesinin ardından, yine O’nun yetiştirdiği gönül sultanları Nazlı Hanım ve Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin yanlarında gönlünü ve bilgisini geliştirmeye devam etti. Bu yıllarda; “Duygulu Gönüllere Hitap, Ârifler Bahçesi, Mevlânâ Diyor ki, Hak ve Hakikat yolunda Mevlânâ” adlı eserleri yayınlandı. Daha sonra bu eserler iki kitap hâlinde tekrar basıldı: “Gönülden Gönüle, Ârifler Bahçesinden”.

Türk Kadınları Kültür Derneği, Sâmiha Ayverdi Enstitüsü ve Cenan Vakfı gibi Türk ve Tasavvuf kültürüne, sanata, edebiyata, eğitime hizmet eden kuruluşların kurucu üyeliklerini üstlendi. Kermeslerde satış yapmaya kadar varan maddî-mânevî hizmetleri oldu. Varını yoğunu ihtiyacı olanlarla paylaşarak ve inançları uğrunda harcayarak cömertlik konusunda da hep örnek teşkil etti.

Meşkûre Sargut’un zahirde iki evlat yetiştirmiş olduğunu görüyoruz: Cemalnur Sargut ve Asuman Kulaksız. Üç de torunu var: Kerim, Ömer ve Nesligül. Ama hakikatte O yüzlerce evlat yetiştirdi.

9 Şubat 2013 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Asuman Kulaksız
İstanbul

Kendi ağzından Türkân Erkmen (Dost Kapısı’ndan)

1926 senesinin Ramazan ayında da İzmit’e küçük bir ahşap evde doğmuşum. Annem Hak âşığıydı. Mısrî Niyâzi Hz., Yunus Emre Hz., Seyyid Seyfullah Hz.’nin kitapları elinden düşmezdi. Annem kendine has yanık sesiyle ilâhiler okurdu. Bizler de yattığımız yerden onu huşû ile dinlerdik. Bu muhabbet dolu günler içersinde seneler geçti. Ben lise tahsili için İstanbul’a gelmiştim, son senemdi. Ve o sene bütün hayâtımızı değiştirecek o hârika kitap “Batmayan Gün” elimize geçti. Ve bizi hakikaten batmayan bir ışığa, güne doğru sürüklemişti. Bu kitabın yazarı olan Hanımefendiyi görmek, onunla muhabbet etmek ve sorularıma cevap almak için içimde şiddetli bir arzu uyanmıştı… 1946 senesinin sonbahar gününde Fevzipaşa Cad. 175 no.lu evin kapısını çaldım. Çalış o çalış, geliş o geliş. Bütün benliğimi kaplayan bir muhabbet dalgası içinde sarhoş olmuştum. İzmit’e döndükten sonra mektuplar yazıyordum. Ve her mektubun cevâbını hiç gecikmeden alıyordum.

Gene bir gün Sâmiha Annemin “Büyük Doğu” mecmuasında “Emânet” diye bir nesir yazısını okumuş, ve “bu emâneti gelip sizden istesem bana çekinmeden verir misiniz?” diye bir mektup yazdım. Akabinde cevap geldi.”Tâlibi olduğun emanet İstanbul’a geldiğinde sana yüz gösterir” diyordu. Göklere uçmuştum, yerimde duramıyordum. Bu iştiyakla İstanbul’un yolunu tuttum. Tekrar 175 no.lu evin kapısını heyecanla çaldım. Ve kendimi kütüphanede buldum. Sâmiha Annem biraz sonra teşrif ettiler, beni muhabbetle kucakladılar. Hocaları hakkında bana bazı sözler söylediler fakat heyecandan hiçbir şey duyamıyordum. Hocasıyla beni tanıştıracağını söylediler. Nihayet o yeniden doğduğum an geldi. Yukardaki salonda, koltukta büyük bir zat oturuyorlardı. Ve O zattan etrafına bütün salonu kaplayan bir ışık dolmuştu. Bu hâl karşısında ne yapacağımı şaşırdım; ağlayarak mübârek ellerini öptüm… bir başka âlemdeydim, ki o lâhuti ses:” bilmek istediğin nedir?” buyurdular. Ben de “Kendimi bilmek istiyorum” dedim. O zaman Sâmiha Anneme hitaben “Hücceti var mı?” buyurdular. O da ” Var Efendim” dediler. Hüccetim, akşam gördüğüm o güzel rüyâydı. Evet ıssız çölün ortasında duyduğum ses aynı sesti ve bana “Âsâyı at, Aynayı ara” diyordu. Ben de çöl ortasında ayna ne ola ki, bu olsa olsa benim gönül aynam, diyordum. Ve yakıcı kumların üstünde sonusuza doğru koşuyordum. İşte 1925’ten beri kapalı duran kapılar bu fakire açılmış oluyordu.

Dört sene İzmit’te olsam da, hemen hemen her ay ziyaretlerine gidebiliyordum. Sohbetleri, insanı iki cihandan da geçirip mânevî bir âleme doğru sürüklüyordu. Bütün nefsânî duyulardan uzaklaşıp, güzel ahlâkı tahsil etmeyi öğretiyorlardı. Çünkü Kendileri, güzel ahlâkın kendisiydi. “maddeniz ile dünyâ için çalışırken, gönlünüz Allah ile alışverişte olsun.” diyorlardı. Bir küçük dere, deryâya kavuşmak için ne büyük engelleri aşıp çeşitli eziyetlere mâruz kalıyor… İşte insanoğlu kendini bilip o deryâya kavuşurken çeşitli imtihanlardan geçiyor. Istıraplar, elemler insanı Allah’a yaklaştıran, aşkı kabartan maya hükmünde oluyor. Ve bütün bunlara katlanmamız ise bir emir-i ilâhi. Allah’ım sana şükürler olsun, bize bu dünyâ yolculuğunda elimizden tutan, bizi yuvarlanmaktan kurtaran bir mürşid ihsan ettiğin için… bu dünyâya neden geldiğimizi bize öğrettiğin için… Kusurlarımızı yüzümüze vurmadan, şiirle, beste ile sohbet ile düzelten bir terbiyeci gönderdiğin için. Bize Ulu’l emre itaat etmeyi öğrettiler. Çünkü kendileri şapka kanunu çıkınca, fesi çıkarıp şapkayı giymişlerdi. 1925 senesinde de dergâhların kapanmasıyla bu emri hemen yerine getirenlerdendi. Ta ki 1946 senesine kadar kimseleri evelerine kabul etmemişlerdi.

Çocukça hallerimizi hoş görürlerdi. Hele bir gün hiç unutmam, Emirgan’da huzurdaydım. “İçimdeki çer çöpleri temizleyip, adam olamadım” diye ağlıyordum ki, kendileri Sâmiha Anneme dönüp, duvardaki çocukluk resimlerini göstererek:” Türkân beni hep sakallı doğdum zannediyor, halbuki ben de çocuk oldum” buyurdular ve içimdeki üzüntüyü huzura çevirmişlerdi.

Ah! İşte sizlere başka ne anlatabilirim ki, benim gibi aciz bir kul, O koca ummânı nasıl anlatsın; kelimeler kifâyetsiz kalıyor. O sonsuz ışığın karşısında her söz bir küçücük kıvılcım mesâbesinde. Çünkü O büyük Mürşid, Hz. Mevlânâ’nın buyurdukları gibi: ” Allah’ın zuhûrâtı kafilesi bir anda bu âleme nüzul eder, uyanık kalplere feyzini akıtır, tekrar âsumâna döner.”

İşte Kendileri de bu âleme tenezzülen teşrif edip, herkesin kabiliyetinin derecesine göre feyzini akıtıp tekrar âsumâna döndüler… Allah cümlemizi, her iki âlemde de O büyük Mürşidin himmetinden mahrum etmesin. Amin…”