“Birleyerek Oluşmak” İtalyanca Olarak Basıldı
Şarkiyat Tamam! Peki, Bir Garbiyat Mümkün mü? Prof. Dr. Kenan Gürsoy

Cenan Vakfı’nın Endülüs Gezisinden İzlenimler

30 Temmuz 2016

3 Mayıs 2016 tarihli Yönetim Kurulu kararımız doğrultusunda, Vakfımızın kültür gāyesine uygun olarak, İslâm Kültürünün geçmişini tanıtmak, eski kültürün izlerini görmek ve Endülüs’ü tanımak maksadıyla bir gezi düzenlendi. Organizasyonunu İşletme Müdiremiz Şengül Sürmen’in üstlendiği “Endülüs Gezisi” büyük bir muvaffakiyetle gerçekleştirildi.

25-29 Mayıs 2016 târihleri arasındaki beş günlük gezimize yirmi dört kişilik bir kāfile katıldı. İçilecek sudan oturulacak koltuklara herkesin birbiriyle yarışırcasına ikramda bulunması, târihî eserlerin seyri temâşâsındaki pozisyondan trafik ışıklarının geçilmesindeki yardımlaşmaya kadar geziye katılanların birbirlerine olan ikram ve desteği, geziyi bir nezâket ve zerâfet takdimi haline getirmişti. Kāfilemize ve vakfımızın gezilerine ilk defa katılanlar, böyle zarif ve nezâketli bir gezinin olabildiğine ilk defa şâhit olduklarını, buna hayranlık duyduklarını, böyle gezilerin tekrarına zevkle katılacaklarını açık açık ifade etmekten kendilerini alamadılar.

İstanbul Atatürk Hava Limanı’ndan havalanan THY’ na ait uçağımız bizi İspanya’nın Malaga Hava Alanına indirdiği vakit öğleni henüz geçmişti. Birkaç yüz bin nüfuslu Malaga’yı gezmek için bize yarım gün yetmişti. Oldukça temiz ve düzenli olan bu şehir, Batı Medeniyetinin inşâsında büyük roller ve hizmetler üstlenen İslâm Medeniyeti Döneminden hiçbir iz ve nişâne taşımıyordu. Bir şeye sahip olmak kadar onu muhafaza etmenin de maddî-manevî, aklî ve fikrî güç ve imkâna bağlı bulunduğu şartı, ilk anda bile kendini hissettiriyordu.

Granada daha büyük bir şehirdi. Koyu kırmızı anlamına gelen El Hamra Sarayı’nın ihtişâmı, duygu dünyamızı buruk bir acı ile zevkin karışımı halinde sarstı.  Böyle büyük ihtişâmı ve ince zevki, matematik ölçülerle derin duygu sellerini bir arada tutarak taşa toprağa nakşeden mahâretli güç ve akıl,  nasıl olmuş da birden bire buharlaşıp uçuvermişti?  Taşa, tahtaya, hemen her yere zevkle işlenmiş  “Zafer sadece ve sadece Allah’ındır”  sözü, insanı tesellî edici bir öğüt olarak mı, yoksa “Aklınızı başınıza alın, aksi halde…”  ihtarı olarak mı değerlendirilmelidir? O şuur neden devam ettirilemedi?  Bu devam ettirilemeyişin altında yatan sebepler, bugün İslâm Dünyasının hâlâ sırtında taşıdığı yüklerin ve onu kamburlaştıran sebeplerin aynısı değil midir?

Cordoba’ nın târihî Roma Köprüsü, başındaki kuleden, kendi dönemini, sağlamlığını ve azametini haykırır gibidir.  Merkez Cuma Camii ile Cathedral’in iç içe geçmiş azametleri, ihtişamları ile çarpık manzaraları; madde ile maddenin, mânâ ile mânânın, akıl ile aklın karşılıklı çarpışmalarını mı, birlikte yaşayabilmenin imkânlarını mı sergilemektedirler? Hepimize mekân olan yeryüzünde bunlar, birbirinin boğazını sıkmaya çalışmak yerine yan yana veya sırt sırta birbirlerini tamamlayıp destekleyen manzaralar sergileyemezler miydi? Bu hal, yeryüzünün darlığından mı, yoksa insan kin ve ihtirâsının yeryüzüne sığmaz azametinden mi kaynaklanmaktadır?

Bizleri saran bir başka endişe ve telâş, Sevilla’nın beyaz duvarlarla çevrili dar sokakları, kim bilir hangi ilim, fikir ve mânâ insanının ayak izlerini taşımaktaydı?  Muhyiddin İbn-i Arabî’nin nefesi, acaba hangi evin duvarlarına nüfuz edip sinmişti? Cordoba’nın meşhur kadısı buradan acaba nasıl geçmişti, kendisini kimler karşılamış, nasıl uğurlamıştı? Endülüs Medeniyeti ile Batı Medeniyetini inşa eden İbn-i Rüşdlerin, İbn-i Tufeyllerin… ruhları acaba Granada, Cordoba, Sevilla sokaklarında hâlâ dolaşıyorlar mıydı?

Pek çok Avrupa şehirlerinde olduğu gibi Sevilla’nın da geniş yeşil alanları ve parkları, insanların tabiat ile beraber yaşamasını, rahatça nefes alıp huzur ve sükûn içinde düşünmesini sağlamaktadır. Sevilla’ya hayat veren, Kristof Kolomb’u Atlas Okyanusu’na ulaştıran, onu Amerika yolculuğuna sevk eden bu nehir miydi?

Acısı, tatlısı,  geçmiş günlerin buruk hasreti ile yoğunlaşan duygular yumağı,  bitmekte olan beş günlük gezimizin yükünü bir hayli ağırlaştırmıştı. İstanbul’a taşımak için uçağımız bunlara tahammül edebilir miydi?

29 Mayıs Pazar akşamı, Atatürk Hava Limanında bagajlarını bekleyen Cenan Vakfı’nın Endülüs Gezisi kāfilesinin fertleri, bir dahaki seyahatte buluşmak ümidinin heyecanı ile birbirlerine sarılarak vedalaşıyorlardı. Kısmet?

Prof. Dr. Fahrettin Olguner

Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı Mütevellî Heyet Üyesi

Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

 

Ömrünü Türk kültür ve îman hayâtına adamış olan İlhan Ayverdi, 24 Ekim 1926’da Manisa’ya bağlı Akhisar’da doğdu. Ruslara karşı kahramanca savaşan Dağıstanlı halk kahramanı ve lideri Şeyh Şâmil’in hanımı, babaannesinin halası olur. Baba tarafından dedeleri Hasan Basri Bey’in kabri, Ortaköy’deki Yahya Efendi Dergâhı bahçesindedir. Anne tarafı Sofyalı, büyük babası Serez eşrâfından, Negova ve Belova’da çiftlik sâhibi bir beydir. 93 Harbi sırasında “Bulgarlar çiftliklerinizi basıp sizi öldürecekler” haberini alınca çâresiz kalan âile toparlanıp önce Bursa’ya oradan da Ödemiş’e gidip yerleşirler.

Âilelerin Mehmet Murat ve Fatma Pâkize isimli çocukları Ödemiş’de evlenir ve Akhisar’a yerleşirler. Bu çiftin Akhisar’da doğan dört evlâdından üçüncüsü olan İlhan Ayverdi, daha çocukluk yıllarında cömertliği, yardımseverliği, arkadaşları ile çok iyi geçinmesi, vefâkâr oluşu ve gönül kırmaktan son derece çekinmesi, etrafına karşı çok müşfik davranması ile yakınlarının dikkatini çeker. İleriki senelerde bu güzel hasletleri daha olgunlaşacak ve onu bir ihlâs âbidesi haline getirecektir. Öyle ki ileriki senelerde sayıca çok fazla olan yardım taleplerinin her birini karşılamaya çalışırken sıkıntıya düşmesinden endişe edenlere, “Ekrem Bey bu parayı sadece benim için kazanmadı” diyecektir.

İlhan Ayverdi, ilk ve orta tahsilini Akhisar’da tamamlar. O devirde Akhisar’da lise olmadığı için İzmir’deki Karataş Lisesi’ne kaydolur ve 1943 yazında lise diplomasını alır.

Lisedeki edebiyat hocası Müfide Hanım ile aralarında oluşan sıcak râbıta fakülte seçiminde de ona rehber olacaktır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girer. Bu seçiminden de hiçbir zaman pişmanlık duymadığını her vesileyle ve büyük bir memnuniyetle ifâde edecektir. Fakültede çok değerli hocaların elinde yetişecektir.

1949 senesinde üniversiteden mezun olduktan sonra edebiyat öğretmenliğine başlar. Sırası ile Anarat Hiğutyun Ermeni Ortaokulu, Galatasaray Lisesi, Zoğrafyon Rum Lisesi (1951-55), Saint ]oseph ve Saint Michel Fransız Liseleri ve 1960 senelerinde Çapa Eğitim Enstitüsü’nde edebiyat öğretmenliği yapar.

İstanbul Maârif Müdürlüğü’nde çalıştığı dâirede, Mehmet Örtenoğlu ile tanışması onun hayâtının dönüm noktalarından biri olacaktır. Bu müstesna insan medrese mezûnu iken dişçi mektebini bitirmiş, Birinci Cihan Harbinde Irak cephesinde İngilizlere esir düşerek o kargaşalıkta diplomasını alamamıştır. Hocası onu Maârif Müdürlüğü’ndeki vazifesine yerleştirir. Diplomasını neden sonra alabilen Mehmet Örtenoğlu, “Efendim beni bu vazifeye koydu, başka bir talebim yok” diyecek bir gönlün sâhibidir. Aynı zamanda gençlerin sohbetine doyamadığı muhterem bir insandır.

İlhan Ayverdi’nin hayâtındaki ikinci dönüm noktası ise Sâmiha Ayverdi ile tanışmasıdır. Bir gün “Haydi Bâbıâli’ye gidip bir roman alalım” diyen akrabası bir genç ile Garbis Fikri’nin Cağaloğlu’ndaki kitabevine giderler. Garbis Bey kendisine Sâmiha Ayverdi’nin Yaşayan Ölü adlı kitabını tavsiye eder. Bu tavsiyeyi önce kayıtsızlıkla karşılayan ve o zamanlar henüz on sekiz yaşlarında bir genç kız olan İlhan Hanım, yanındaki arkadaşına “önce sen oku” diyerek kitabı verir. Bir müddet sonra kitabı okumaya başlayınca da dünyâsının değiştiğini hisseder. Hemen aynı yerde çalıştığı büyüğü Mehmet Örtenoğlu’na koşarak Sâmiha Ayverdi’yi tanıyıp tanımadığını sorar. Aldığı cevap kuru bir evettir. Halbuki Mehmet Dede, âileyi yakından tanımakta olup senelerdir sohbet meclislerine devam etmekte fakat o zamânın edep ve terbiyesi gereği henüz işlenmemiş bir cevher olarak telâkki ettiği genç talebesine sır vermemektedir. Bu böylece üç sene sürer. 1948 senesinin bereketli bir gününde Mehmet Dede, İlhan Hanım’ı elinden tutar ve Sâmiha Ayverdi’ye götürür.

Bu ilk karşılaşmada Sâmiha Ayverdi, İlhan Hanım’a “Namaz kılıyor musun?” diye sorar. “Alaca” cevâbını alınca “Kıl, kıl” der. Oradan çıkışta da aynı zamanda Sâmiha Ayverdi’nin de hocası olan Ken’an Rifâî’nin konağına giderler. Muhtemelen 1949 târihinde gerçekleşen bu ilk görüşmeden sonra İlhan Hanım, Fâtih’deki konağa bu müstesna şahsiyetin vefat ettiği 1950 yılına kadar müteaddid defâlar gidecektir.

Gene annesi ve Mehmet Örtenoğlu ile birlikte ziyâretlerine gittiği bir gün, edep ettiğinden yukarı çıkmayarak aşağıda kalır. Kenan Rifâî Hazretleri “İlhan nerede?” diye sorduklarında ise Mehmet Örtenoğlu, “Rahatsız etmemek için çıkmadı” cevâbını verir. Verilen karşılık çok güzel ve mânidardır. “İnsan hiç babasını rahatsız eder mi?”

Sâmiha Ayverdi ile önceleri biraz resmi olan görüşmeleri, 8 Ekim 1959 târihinde Ekrem Hakkı Bey ile evlenmesiyle çok daha sıkı ve muhabbetli bir kıvam bulur. Bu hâdise hiç ummadığı bir şekilde ve çok sevdiği büyüğü Mehmet Dede’nin aracılığıyla gerçekleşmiştir. Hiçbir zaman aklına getirmediği bu evlilikle, kendi deyimiyle kesif ve son derece güzel bir kültür dünyâsının içine girer.

Artık on iki yıl süren hocalığın yerini bundan sonra Sâmiha Ayverdi ve Ekrem Hakkı Ayverdi ile berâber yürütülen cemiyet çalışmaları ve özel kültür faaliyetleri alacaktır. Ekrem Hakkı Ayverdi ile evlilikleri herkese örnek olacak bir güzellikte geçer. Öyle ki daha nişanlılık devresinde Ekrem Hakkı Bey ona yazdığı bir mektupta” Sizinle olan hayâtımız inşaallah çok neşveli olacak, evimizde siz, bütün ihvânı ve sevdiklerimizi toplayacak bir merkez kuracaksınız” der. Bu temenni yerini bulur ve hakikaten herkes tarafından sevilen İlhan Ayverdi, bilhassa gençlerin “Abla”sı olarak onların her türlü dertleriyle dertlenip, sevinçleriyle neşelenerek Ekrem Hakkı Bey’in evini bir merkez hâline getirmekte gecikmez. Aynı zamanda, sabırlı, yumuşak ve iyimser mizâcıyla, temelde son derece kıymetli özelliklerle mücehhez fakat zor tabiatlı eşinin hayâtını kolaylaştırarak ona huzur, şefkat ve muhabbet dolu bir zemin hazırlar.

1960 ile 1976 seneleri arasında Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osman Gazi’den Fâtih devrine kadar olan mîmârî mîrâsımızı topladığı dört ciltlik muhalled eserinin ve Balkanlar’daki Osmanlı devrine âit bütün mîmârî eserleri içine alan külliyâtının hazırlanmasında Anadolu ve Rumeli’yi karış karış gezerek çalışmalara fiilen iştirak eder. İlhan Ayverdi bu 20 senelik devrenin Ekrem Hakkı Ayverdi gibi bir kıymeti çalışmalarında desteklemenin, seyâhatlerdeki büyük güçlüklere rağmen hayâtının en zevkli ve şükredilecek devrelerinden biri olduğunu her vesile ile söyler.

İlhan Ayverdi, 1970 yılında kurulan ve aynı zamanda isim annesi olduğu Kubbealtı Vakfı’nın da başkanlığını yürütmektedir. Bu arada Sâmiha Ayverdi ile aralarında eşine az rastlanan bir mânevî râbıta ve teşrik-i mesâî vardır.

İlhan Ayverdi’nin uzun zamandır kafasını kurcalayan meselelerden biri de Türk dilinin içinde bulunduğu çıkmazdır. “Bu yolda Kubbealtı ne yapabilir?” sorusunun cevâbını henüz bulabilmiş değildir. Bir gün mutfakta her zaman olduğu gibi eşinin kahvesini pişirirken gönlünde cezvedeki köpük gibi bir iştiyâkın kabardığını hisseder. Zihnine şimşek gibi bir fikir düşmüştür. “Kubbealtı bir dil akademisi kurmalıdır. ” Hemen bu fikri Ekrem Hakkı Bey’e açar. “Neden olmasın” cevâbını alınca soluğu Sâmiha Ayverdi’nin evinde alır. Esasen hemen her gün fikir alış verişinde bulunduğu Sâmiha Ayverdi kendisine söyleyeceklerini notlar hâlinde kağıda yazmak alışkanlığındadır. İlhan Hanım heyecanla “Efendim size bir şey söylemek istiyorum” der demez kendisinden şu cevâbı alır: “Bir dil akademisi kuralım değil mi?” İşte bu hayırlı teşebbüsün başlangıcı iki zihnin ve gönlün ilâhi bir cilveyle aynı zaman ve noktada birbirinden habersiz buluşmasıyla olur. İlhan Hanım hemen faaliyete başlayarak bir grup dil âlimini bu yolda çalışmak üzere dâvet eder.

İşte kendi ifâdesiyle lugat serencâmının sâdece bir kısmı: Arapların bir sözü var, “Küllü câhilün cesur” yâni bütün câhiller cesurdur. Lugat çalışmasının ne kadar külfetli ne kadar müthiş bir şey olduğunu bilmeden biz üniversite ile bu işe başladık. Başladık, o zamanın kültür müsteşarı Emin Bilgiç’ti. Emin Bey çok alâka gösterdi, biz bunu bakanlık olarak basarız dedi. Üniversite’den, İstanbul’daki Türkoloji kısmının profesörleri, doçentleri hepsi bu çalışmaya dâhil olmak üzere -Allah rahmet eylesin Fâruk Kadri Timurtaş baştaydı- bir heyet kuruldu ve akademi bunlara neleri hazırlayabilir? Türkçe’deki her kelime için bir zarf açıldı ve yüzlerce eser tarandı. Bunlar dağıtıldı, bu taramalar o zarflara konuldu ve malzeme hazırlandı. Fakat o derece ağır ilerledi ki o zaman biz yalnızca idâreci olarak vardık burada. Fakat Allah rahmet eylesin Necmeddin Hacıeminoğlu ‘nun bir sözü vardı. “Bu iş kuma istemez” derdi tabiî profesörlerin kuması çoktu, şimdi benimki çok. . . Onun için çok yavaş ilerledi. Bir sene, iki sene bir şey yok ortada. Bu çalışmaya girmişiz, îlan ettik, ben vakfın başkanı olarak bakanlığa imzamla taahhütnâme verdim, bırakmamız mümkün değil ama üniversitenin yürütmesi de mümkün değil. Oturup başına çökeceksiniz bu işin. Öyle olunca ben bu işin altında kaldım. Hani çığ düştü altında kaldım meselesi var ya, öyle oldu ve altında kaldım.

Gerçekten de öyle olur. Allah âdeta irâdesini elinden almıştır. Günlerce dışarı çıkmayarak fişler arasına gömülürcesine kesif bir çalışmanın içine girer. Öyle ki bir gün sokağa çıkması gerektiğinde boğazdaki vapur iskelelerinin hangi yakada olduğunu hatırlamakta güçlük çekecek ve bunu anlattığında Sâmiha Ayverdi’nin gözlerinde beliren endişe bulutu, içinde bulunduğu durumun vahametini anlatacaktır.

Yıllar geçmekte onca dünya gailesinin içinde lugat çalışması ağır fakat kararlı bir şekilde ilerlerken geçen zamanla birlikte şartlar da değişmektedir. İlhan Hanım önce ağır bir mîde ameliyatı olur. Gençliğinde geçirdiği peritonitten dolayı ameliyattan istenen sonuç elde edilemez. Bu arada seksen yaşını geride bırakan Ekrem Hakkı Bey’in de sağlık durumu bozulmaya başlamıştır. O enerjik ve çalışkan insan artık zamânının çoğunu evinde geçirmekte pek dışarıya çıkamamaktadır. Tabiî bu durumda gene iş İlhan Ayverdi’ye düşecek eşinin mâneviyâtını bozmamak için ayda bir gerçekleştirilen akademik toplantıları sürdürmeye daha bir özen gösterecektir. Maalesef bütün ihtimâma rağmen Ekrem Hakkı Bey’in bozulan sağlığı düzelmez ve 24 Nisan 1984 günü İlhan Ayverdi hayâtının en büyük desteklerinden birini kaybeder.

Büyük dayanağı eşini kaybetmesiyle, kimseye hayır diyemeyen mizâcı gereği yorgunluğu ve gailesi büsbütün artar. Üstelik rahatsız olan Sâmiha Ayverdi’nin ona havâle ettiği mühim vazifeleri de vardır. Evi gene bütün hızıyla merkez olmaya devam etmekte, kesif lugat çalışmasının arasında câmiânın dertleriyle ilgilenmeye de devam etmektedir. Bir başka büyük acıyı 22 Mart 1993 günü en büyük dayanağı ve hocası Sâmiha Ayverdi’yi kaybettiğinde yaşar. Artık omuzlarındaki yük büsbütün ağırlaşmıştır. Üstelik sağlığı da pek iyi değildir. Geçirdiği beyin ameliyatından sonra dahi temposunu yavaşlatmaya râzı olmayan İlhan Ayverdi’nin sağlık durumu 2004 senesinde iyice bozulur. Uzun zaman hastahânede tedavi görür. Vücudunun her noktasından tehlike sinyalleri gelmektedir. Kemik erimesinden dolayı târifsiz ağrılar çekmesine ve yatağa bağlı olmasına rağmen ağzından en ufak bir şikâyet sözü çıkmaz.

Bütün bu sağlık problemleri arasında, ömrünün yarısını verdiği lugat tamamlanarak 2005 senesinde neşredilir. Topkapı Sarayı’nda yapılan tanıtım toplantısında bulunamayacak kadar rahatsızdır. Bu durum onu üzeceği yerde şöyle düşündürür: Bu kadar takdirle karşılanan bir eserin tanıtım merâsiminde bulunmak benliğini kabartabileceği için bu mahrumiyet şüphesiz ki Allah’tandır ve en hayırlısıdır.

İşte böylesine hassas ve olgun bir düşünce yapısının sâhibi olan İlhan Ayverdi, Sâmiha Ayverdi’nin deyişiyle “ezelden ebede izzetlenmiş” bu müstesna insan Türkçe’ye hediye ettiği Misalli Büyük Türkçe Sözlüğü hazırlamanın huzûru ve çok sayıda dostuna akl-ı selîmi ile her zaman yardım etmenin hazzıyla, bir ilim ve irfan ocağı olmaya devam eden evinde, 6 Kasım 2009 Cuma günü seksen üç yaşında, Cemâl’e kavuşmuştur.

12 Ocak 1926’da İstanbul’da doğdu. İlk öğrenimine 1933’te Ankara Dumlupınar İlkokulunda, Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazdığı odada başladı ve aynı okuldan mezun oldu. İstanbul’da başladığı orta tahsilini, Ankara’da bitirdi. 1945’te Ankara Kız Lisesi’nden mezun oldu. Yüksek tahsilini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde 1948’de tamamladı. 1952’de edebiyat doktoru unvanını aldı. Ayrıca 1947-1948 yıllarında, Yüksek öğrenimi sırasında, Adnan Ötüken’in D.T.C. Fakültesi’nde açtığı Kütüphanecilik Kursu’na devam etti.

1952’de girdiği imtihanı kazanarak, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’nde çalışmaya başladı. 1955’te Millî Kütüphane’ye nakledildi. Millî Kütüphane’de çeşitli görevlerde çalıştıktan sonra 1965 yılında Millî Kütüphane Genel Müdürü oldu.

1976’da Kültür Bakanlığı müşâvirliğine tâyin edildi. 1978’de müşâvirlik kadrosuyla yeniden Millî Kütüphane müdür vekilliğine getirildi. Kütüphane statüsünün Başkanlığa çevrilmesi üzerine, 1984’te Başkanlık görevine getirildi. 1987’de emekliye ayrıldı.

1960-1984 yılları arasında D.T.C.F. Kütüphanecilik Bölümü’nde -ek görevle- öğretim görevlisi olarak çalıştı.

Kültür Bakanlığı’nca, Atatürk Kültür Yüksek Kurumu’nun kuruluş çalışmalarında görevlendirildi. Yüksek Kuruma bağlı Atatürk Kültür Merkezi’ne 1984’ten itibaren aslî üye seçildi. 1995’ten itibaren de Türk Dünyası Ortak Edebiyatı Projesi’nde üye olarak, bu projenin Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi Alt projesinde başkan olarak çalıştı.

Yazı hayatına 1948’de başladı. Makaleleri çok sayıda dergi ve bazı gazetelerde neşredildi. Türk Ansiklopedisi’nde kütüphanelerle ilgili maddeleri yayımlandı. Az sayıda şiir yazdı. Millî Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı Bin Temel Eser ve Yayın Komisyonlarında üye olarak görev yaptı.

Türk Kütüphaneciler Derneği, Türk Dil Kurumu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Kadınları Kültür Derneği, Millî Kütüphaneye Yardım Derneği, Kadının Sosyal Hayatını Araştırma Derneği, Türk Folklor Araştırmaları Kurumu gibi derneklerde üyelik yaptı. Eskişehir Yunus Emre Kültür Vakfı, Bolu Köroğlu Kültür Vakfı, Cenan Vakfı mütevelli heyetlerinde kurucu üyedir. 1965-1978 arasında UNESCO Türkiye Millî Komisyonu’nda Millî Kütüphane temsilcisi olarak bulundu ve 1970-1978 arası iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı.

Kitaplarından ‘Karacaoğlan-Hayatı ve Şiirleri’ Tarsus Belediye Başkanlığı’nın 5 altın ödülünü kazandı. ‘Atatürk ve Millî Kültür’ Sakarya Valiliğince, başarılı öğrencilere ödül olarak verilmek üzere, 2006’da yeniden iki kere basıldı.

1986’da Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın Türk Kültürü’ne Üstün Hizmet armağanını, İLESAM’ın Türk Kültürü’ne Üstün Hizmet Ödülünü, Türk Folklor Araştırmaları Kurumu’nun İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülünü aldı. 2006’da İstanbul Belediyesi Kültür Dairesince, Dîvan edebiyatına hizmetlerinden dolayı ödül verildi. 2007 yılında Millî Kütüphane Büyük Okuma Salonuna ‘Dr. Müjgân Cunbur Okuma Salonu’ adı verildi.

25 Eylül 2013 günü, 87 yaşında, Ankara’da vefat etti.

Meşkûre Sargut, 1925 yılının Mart ayında Edirnekapı’da Tınaz ailesinin 3. kızı olarak dünyaya geldi. Annesi Şâdiye hanım, 3. çocuğunun da kız olmasına üzülünce, hocası Hz. Ken’an Rifâî tarafından lâtif bir şekilde îkaz edildi: Bebeğe hocası Meşkûre, yani “kendisinden dolayı şükür edilen” ismini koydu. Kalplerin casusu bir kâmil insan olan Hz. Ken’an Rifâi, yalnız Şâdiye hanımı ikazla kalmayıp, yeni doğanın bir ömür boyu nasıl etrafındakilere hizmete soyunacak bir sultan olacağının da müjdesini vermişti.

Meşkûre, henüz 40 günlükken götürülmeye başlandığı bu dost evinde hocası Ken’an er-Rifâî’ den tasavvuf ilminin inceliklerini, insan olmanın sırlarını öğrenmek lütfuna erdi. Bir yandan orta öğrenimini sürdürürken, bir yandan da yaşıtlarının çok farklı hevesler peşinde koştuğu dönemde, O gerçek ilmi kaynağından öğrenmenin mutluluğunu tadıyor, kıymetini biliyor ve öğrenmeye doymuyordu. Hocasının peşinde, izinde olmaya, rengine boyanmaya özen gösteriyordu. O kadar ki bu amansız takiple hocasını sıkmaktan korktuğunu bir keresinde O’na ifâde etmiş ama karşılığında “Senin için zaman ve mekân yok, her an yanımda olacaksın Meşkûre” cevabını alıp tuttuğu eteğe daha da sıkı sarılmıştı. Hocası O’nu, bu hakîkat ilmini kendisinden sonra 50 yılı aşkın bir süre öğretmesi için, sözüyle ilim, irfan; gözü ile hayır, sevgi; haliyle sabır telkin eden bir insan haline getirmek üzere işliyordu.

Yüksek öğrenimine İngiliz Filolojisinde devam ederken Dr. Ömer Faruk Sargut ile evlenen Meşkûre hanım, eşinin arzusu üzerine okulu bırakınca tasavvuf eğitimine daha da ağırlık verdi. 1950 yılında hocasının cemâle yürümesinin ardından, yine O’nun yetiştirdiği gönül sultanları Nazlı Hanım ve Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin yanlarında gönlünü ve bilgisini geliştirmeye devam etti. Bu yıllarda; “Duygulu Gönüllere Hitap, Ârifler Bahçesi, Mevlânâ Diyor ki, Hak ve Hakikat yolunda Mevlânâ” adlı eserleri yayınlandı. Daha sonra bu eserler iki kitap hâlinde tekrar basıldı: “Gönülden Gönüle, Ârifler Bahçesinden”.

Türk Kadınları Kültür Derneği, Sâmiha Ayverdi Enstitüsü ve Cenan Vakfı gibi Türk ve Tasavvuf kültürüne, sanata, edebiyata, eğitime hizmet eden kuruluşların kurucu üyeliklerini üstlendi. Kermeslerde satış yapmaya kadar varan maddî-mânevî hizmetleri oldu. Varını yoğunu ihtiyacı olanlarla paylaşarak ve inançları uğrunda harcayarak cömertlik konusunda da hep örnek teşkil etti.

Meşkûre Sargut’un zahirde iki evlat yetiştirmiş olduğunu görüyoruz: Cemalnur Sargut ve Asuman Kulaksız. Üç de torunu var: Kerim, Ömer ve Nesligül. Ama hakikatte O yüzlerce evlat yetiştirdi.

9 Şubat 2013 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Asuman Kulaksız
İstanbul

Kendi ağzından Türkân Erkmen (Dost Kapısı’ndan)

1926 senesinin Ramazan ayında da İzmit’e küçük bir ahşap evde doğmuşum. Annem Hak âşığıydı. Mısrî Niyâzi Hz., Yunus Emre Hz., Seyyid Seyfullah Hz.’nin kitapları elinden düşmezdi. Annem kendine has yanık sesiyle ilâhiler okurdu. Bizler de yattığımız yerden onu huşû ile dinlerdik. Bu muhabbet dolu günler içersinde seneler geçti. Ben lise tahsili için İstanbul’a gelmiştim, son senemdi. Ve o sene bütün hayâtımızı değiştirecek o hârika kitap “Batmayan Gün” elimize geçti. Ve bizi hakikaten batmayan bir ışığa, güne doğru sürüklemişti. Bu kitabın yazarı olan Hanımefendiyi görmek, onunla muhabbet etmek ve sorularıma cevap almak için içimde şiddetli bir arzu uyanmıştı… 1946 senesinin sonbahar gününde Fevzipaşa Cad. 175 no.lu evin kapısını çaldım. Çalış o çalış, geliş o geliş. Bütün benliğimi kaplayan bir muhabbet dalgası içinde sarhoş olmuştum. İzmit’e döndükten sonra mektuplar yazıyordum. Ve her mektubun cevâbını hiç gecikmeden alıyordum.

Gene bir gün Sâmiha Annemin “Büyük Doğu” mecmuasında “Emânet” diye bir nesir yazısını okumuş, ve “bu emâneti gelip sizden istesem bana çekinmeden verir misiniz?” diye bir mektup yazdım. Akabinde cevap geldi.”Tâlibi olduğun emanet İstanbul’a geldiğinde sana yüz gösterir” diyordu. Göklere uçmuştum, yerimde duramıyordum. Bu iştiyakla İstanbul’un yolunu tuttum. Tekrar 175 no.lu evin kapısını heyecanla çaldım. Ve kendimi kütüphanede buldum. Sâmiha Annem biraz sonra teşrif ettiler, beni muhabbetle kucakladılar. Hocaları hakkında bana bazı sözler söylediler fakat heyecandan hiçbir şey duyamıyordum. Hocasıyla beni tanıştıracağını söylediler. Nihayet o yeniden doğduğum an geldi. Yukardaki salonda, koltukta büyük bir zat oturuyorlardı. Ve O zattan etrafına bütün salonu kaplayan bir ışık dolmuştu. Bu hâl karşısında ne yapacağımı şaşırdım; ağlayarak mübârek ellerini öptüm… bir başka âlemdeydim, ki o lâhuti ses:” bilmek istediğin nedir?” buyurdular. Ben de “Kendimi bilmek istiyorum” dedim. O zaman Sâmiha Anneme hitaben “Hücceti var mı?” buyurdular. O da ” Var Efendim” dediler. Hüccetim, akşam gördüğüm o güzel rüyâydı. Evet ıssız çölün ortasında duyduğum ses aynı sesti ve bana “Âsâyı at, Aynayı ara” diyordu. Ben de çöl ortasında ayna ne ola ki, bu olsa olsa benim gönül aynam, diyordum. Ve yakıcı kumların üstünde sonusuza doğru koşuyordum. İşte 1925’ten beri kapalı duran kapılar bu fakire açılmış oluyordu.

Dört sene İzmit’te olsam da, hemen hemen her ay ziyaretlerine gidebiliyordum. Sohbetleri, insanı iki cihandan da geçirip mânevî bir âleme doğru sürüklüyordu. Bütün nefsânî duyulardan uzaklaşıp, güzel ahlâkı tahsil etmeyi öğretiyorlardı. Çünkü Kendileri, güzel ahlâkın kendisiydi. “maddeniz ile dünyâ için çalışırken, gönlünüz Allah ile alışverişte olsun.” diyorlardı. Bir küçük dere, deryâya kavuşmak için ne büyük engelleri aşıp çeşitli eziyetlere mâruz kalıyor… İşte insanoğlu kendini bilip o deryâya kavuşurken çeşitli imtihanlardan geçiyor. Istıraplar, elemler insanı Allah’a yaklaştıran, aşkı kabartan maya hükmünde oluyor. Ve bütün bunlara katlanmamız ise bir emir-i ilâhi. Allah’ım sana şükürler olsun, bize bu dünyâ yolculuğunda elimizden tutan, bizi yuvarlanmaktan kurtaran bir mürşid ihsan ettiğin için… bu dünyâya neden geldiğimizi bize öğrettiğin için… Kusurlarımızı yüzümüze vurmadan, şiirle, beste ile sohbet ile düzelten bir terbiyeci gönderdiğin için. Bize Ulu’l emre itaat etmeyi öğrettiler. Çünkü kendileri şapka kanunu çıkınca, fesi çıkarıp şapkayı giymişlerdi. 1925 senesinde de dergâhların kapanmasıyla bu emri hemen yerine getirenlerdendi. Ta ki 1946 senesine kadar kimseleri evelerine kabul etmemişlerdi.

Çocukça hallerimizi hoş görürlerdi. Hele bir gün hiç unutmam, Emirgan’da huzurdaydım. “İçimdeki çer çöpleri temizleyip, adam olamadım” diye ağlıyordum ki, kendileri Sâmiha Anneme dönüp, duvardaki çocukluk resimlerini göstererek:” Türkân beni hep sakallı doğdum zannediyor, halbuki ben de çocuk oldum” buyurdular ve içimdeki üzüntüyü huzura çevirmişlerdi.

Ah! İşte sizlere başka ne anlatabilirim ki, benim gibi aciz bir kul, O koca ummânı nasıl anlatsın; kelimeler kifâyetsiz kalıyor. O sonsuz ışığın karşısında her söz bir küçücük kıvılcım mesâbesinde. Çünkü O büyük Mürşid, Hz. Mevlânâ’nın buyurdukları gibi: ” Allah’ın zuhûrâtı kafilesi bir anda bu âleme nüzul eder, uyanık kalplere feyzini akıtır, tekrar âsumâna döner.”

İşte Kendileri de bu âleme tenezzülen teşrif edip, herkesin kabiliyetinin derecesine göre feyzini akıtıp tekrar âsumâna döndüler… Allah cümlemizi, her iki âlemde de O büyük Mürşidin himmetinden mahrum etmesin. Amin…”