Kendi ağzından Türkân Erkmen (Dost Kapısı’ndan)
1926 senesinin Ramazan ayında da İzmit’e küçük bir ahşap evde doğmuşum. Annem Hak âşığıydı. Mısrî Niyâzi Hz., Yunus Emre Hz., Seyyid Seyfullah Hz.’nin kitapları elinden düşmezdi. Annem kendine has yanık sesiyle ilâhiler okurdu. Bizler de yattığımız yerden onu huşû ile dinlerdik. Bu muhabbet dolu günler içersinde seneler geçti. Ben lise tahsili için İstanbul’a gelmiştim, son senemdi. Ve o sene bütün hayâtımızı değiştirecek o hârika kitap “Batmayan Gün” elimize geçti. Ve bizi hakikaten batmayan bir ışığa, güne doğru sürüklemişti. Bu kitabın yazarı olan Hanımefendiyi görmek, onunla muhabbet etmek ve sorularıma cevap almak için içimde şiddetli bir arzu uyanmıştı… 1946 senesinin sonbahar gününde Fevzipaşa Cad. 175 no.lu evin kapısını çaldım. Çalış o çalış, geliş o geliş. Bütün benliğimi kaplayan bir muhabbet dalgası içinde sarhoş olmuştum. İzmit’e döndükten sonra mektuplar yazıyordum. Ve her mektubun cevâbını hiç gecikmeden alıyordum.
Gene bir gün Sâmiha Annemin “Büyük Doğu” mecmuasında “Emânet” diye bir nesir yazısını okumuş, ve “bu emâneti gelip sizden istesem bana çekinmeden verir misiniz?” diye bir mektup yazdım. Akabinde cevap geldi.”Tâlibi olduğun emanet İstanbul’a geldiğinde sana yüz gösterir” diyordu. Göklere uçmuştum, yerimde duramıyordum. Bu iştiyakla İstanbul’un yolunu tuttum. Tekrar 175 no.lu evin kapısını heyecanla çaldım. Ve kendimi kütüphanede buldum. Sâmiha Annem biraz sonra teşrif ettiler, beni muhabbetle kucakladılar. Hocaları hakkında bana bazı sözler söylediler fakat heyecandan hiçbir şey duyamıyordum. Hocasıyla beni tanıştıracağını söylediler. Nihayet o yeniden doğduğum an geldi. Yukardaki salonda, koltukta büyük bir zat oturuyorlardı. Ve O zattan etrafına bütün salonu kaplayan bir ışık dolmuştu. Bu hâl karşısında ne yapacağımı şaşırdım; ağlayarak mübârek ellerini öptüm… bir başka âlemdeydim, ki o lâhuti ses:” bilmek istediğin nedir?” buyurdular. Ben de “Kendimi bilmek istiyorum” dedim. O zaman Sâmiha Anneme hitaben “Hücceti var mı?” buyurdular. O da ” Var Efendim” dediler. Hüccetim, akşam gördüğüm o güzel rüyâydı. Evet ıssız çölün ortasında duyduğum ses aynı sesti ve bana “Âsâyı at, Aynayı ara” diyordu. Ben de çöl ortasında ayna ne ola ki, bu olsa olsa benim gönül aynam, diyordum. Ve yakıcı kumların üstünde sonusuza doğru koşuyordum. İşte 1925’ten beri kapalı duran kapılar bu fakire açılmış oluyordu.
Dört sene İzmit’te olsam da, hemen hemen her ay ziyaretlerine gidebiliyordum. Sohbetleri, insanı iki cihandan da geçirip mânevî bir âleme doğru sürüklüyordu. Bütün nefsânî duyulardan uzaklaşıp, güzel ahlâkı tahsil etmeyi öğretiyorlardı. Çünkü Kendileri, güzel ahlâkın kendisiydi. “maddeniz ile dünyâ için çalışırken, gönlünüz Allah ile alışverişte olsun.” diyorlardı. Bir küçük dere, deryâya kavuşmak için ne büyük engelleri aşıp çeşitli eziyetlere mâruz kalıyor… İşte insanoğlu kendini bilip o deryâya kavuşurken çeşitli imtihanlardan geçiyor. Istıraplar, elemler insanı Allah’a yaklaştıran, aşkı kabartan maya hükmünde oluyor. Ve bütün bunlara katlanmamız ise bir emir-i ilâhi. Allah’ım sana şükürler olsun, bize bu dünyâ yolculuğunda elimizden tutan, bizi yuvarlanmaktan kurtaran bir mürşid ihsan ettiğin için… bu dünyâya neden geldiğimizi bize öğrettiğin için… Kusurlarımızı yüzümüze vurmadan, şiirle, beste ile sohbet ile düzelten bir terbiyeci gönderdiğin için. Bize Ulu’l emre itaat etmeyi öğrettiler. Çünkü kendileri şapka kanunu çıkınca, fesi çıkarıp şapkayı giymişlerdi. 1925 senesinde de dergâhların kapanmasıyla bu emri hemen yerine getirenlerdendi. Ta ki 1946 senesine kadar kimseleri evelerine kabul etmemişlerdi.
Çocukça hallerimizi hoş görürlerdi. Hele bir gün hiç unutmam, Emirgan’da huzurdaydım. “İçimdeki çer çöpleri temizleyip, adam olamadım” diye ağlıyordum ki, kendileri Sâmiha Anneme dönüp, duvardaki çocukluk resimlerini göstererek:” Türkân beni hep sakallı doğdum zannediyor, halbuki ben de çocuk oldum” buyurdular ve içimdeki üzüntüyü huzura çevirmişlerdi.
Ah! İşte sizlere başka ne anlatabilirim ki, benim gibi aciz bir kul, O koca ummânı nasıl anlatsın; kelimeler kifâyetsiz kalıyor. O sonsuz ışığın karşısında her söz bir küçücük kıvılcım mesâbesinde. Çünkü O büyük Mürşid, Hz. Mevlânâ’nın buyurdukları gibi: ” Allah’ın zuhûrâtı kafilesi bir anda bu âleme nüzul eder, uyanık kalplere feyzini akıtır, tekrar âsumâna döner.”
İşte Kendileri de bu âleme tenezzülen teşrif edip, herkesin kabiliyetinin derecesine göre feyzini akıtıp tekrar âsumâna döndüler… Allah cümlemizi, her iki âlemde de O büyük Mürşidin himmetinden mahrum etmesin. Amin…”