Ömrünü Türk kültür ve îman hayâtına adamış olan İlhan Ayverdi, 24 Ekim 1926’da Manisa’ya bağlı Akhisar’da doğdu. Ruslara karşı kahramanca savaşan Dağıstanlı halk kahramanı ve lideri Şeyh Şâmil’in hanımı, babaannesinin halası olur. Baba tarafından dedeleri Hasan Basri Bey’in kabri, Ortaköy’deki Yahya Efendi Dergâhı bahçesindedir. Anne tarafı Sofyalı, büyük babası Serez eşrâfından, Negova ve Belova’da çiftlik sâhibi bir beydir. 93 Harbi sırasında “Bulgarlar çiftliklerinizi basıp sizi öldürecekler” haberini alınca çâresiz kalan âile toparlanıp önce Bursa’ya oradan da Ödemiş’e gidip yerleşirler.
Âilelerin Mehmet Murat ve Fatma Pâkize isimli çocukları Ödemiş’de evlenir ve Akhisar’a yerleşirler. Bu çiftin Akhisar’da doğan dört evlâdından üçüncüsü olan İlhan Ayverdi, daha çocukluk yıllarında cömertliği, yardımseverliği, arkadaşları ile çok iyi geçinmesi, vefâkâr oluşu ve gönül kırmaktan son derece çekinmesi, etrafına karşı çok müşfik davranması ile yakınlarının dikkatini çeker. İleriki senelerde bu güzel hasletleri daha olgunlaşacak ve onu bir ihlâs âbidesi haline getirecektir. Öyle ki ileriki senelerde sayıca çok fazla olan yardım taleplerinin her birini karşılamaya çalışırken sıkıntıya düşmesinden endişe edenlere, “Ekrem Bey bu parayı sadece benim için kazanmadı” diyecektir.
İlhan Ayverdi, ilk ve orta tahsilini Akhisar’da tamamlar. O devirde Akhisar’da lise olmadığı için İzmir’deki Karataş Lisesi’ne kaydolur ve 1943 yazında lise diplomasını alır.
Lisedeki edebiyat hocası Müfide Hanım ile aralarında oluşan sıcak râbıta fakülte seçiminde de ona rehber olacaktır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girer. Bu seçiminden de hiçbir zaman pişmanlık duymadığını her vesileyle ve büyük bir memnuniyetle ifâde edecektir. Fakültede çok değerli hocaların elinde yetişecektir.
1949 senesinde üniversiteden mezun olduktan sonra edebiyat öğretmenliğine başlar. Sırası ile Anarat Hiğutyun Ermeni Ortaokulu, Galatasaray Lisesi, Zoğrafyon Rum Lisesi (1951-55), Saint ]oseph ve Saint Michel Fransız Liseleri ve 1960 senelerinde Çapa Eğitim Enstitüsü’nde edebiyat öğretmenliği yapar.
İstanbul Maârif Müdürlüğü’nde çalıştığı dâirede, Mehmet Örtenoğlu ile tanışması onun hayâtının dönüm noktalarından biri olacaktır. Bu müstesna insan medrese mezûnu iken dişçi mektebini bitirmiş, Birinci Cihan Harbinde Irak cephesinde İngilizlere esir düşerek o kargaşalıkta diplomasını alamamıştır. Hocası onu Maârif Müdürlüğü’ndeki vazifesine yerleştirir. Diplomasını neden sonra alabilen Mehmet Örtenoğlu, “Efendim beni bu vazifeye koydu, başka bir talebim yok” diyecek bir gönlün sâhibidir. Aynı zamanda gençlerin sohbetine doyamadığı muhterem bir insandır.
İlhan Ayverdi’nin hayâtındaki ikinci dönüm noktası ise Sâmiha Ayverdi ile tanışmasıdır. Bir gün “Haydi Bâbıâli’ye gidip bir roman alalım” diyen akrabası bir genç ile Garbis Fikri’nin Cağaloğlu’ndaki kitabevine giderler. Garbis Bey kendisine Sâmiha Ayverdi’nin Yaşayan Ölü adlı kitabını tavsiye eder. Bu tavsiyeyi önce kayıtsızlıkla karşılayan ve o zamanlar henüz on sekiz yaşlarında bir genç kız olan İlhan Hanım, yanındaki arkadaşına “önce sen oku” diyerek kitabı verir. Bir müddet sonra kitabı okumaya başlayınca da dünyâsının değiştiğini hisseder. Hemen aynı yerde çalıştığı büyüğü Mehmet Örtenoğlu’na koşarak Sâmiha Ayverdi’yi tanıyıp tanımadığını sorar. Aldığı cevap kuru bir evettir. Halbuki Mehmet Dede, âileyi yakından tanımakta olup senelerdir sohbet meclislerine devam etmekte fakat o zamânın edep ve terbiyesi gereği henüz işlenmemiş bir cevher olarak telâkki ettiği genç talebesine sır vermemektedir. Bu böylece üç sene sürer. 1948 senesinin bereketli bir gününde Mehmet Dede, İlhan Hanım’ı elinden tutar ve Sâmiha Ayverdi’ye götürür.
Bu ilk karşılaşmada Sâmiha Ayverdi, İlhan Hanım’a “Namaz kılıyor musun?” diye sorar. “Alaca” cevâbını alınca “Kıl, kıl” der. Oradan çıkışta da aynı zamanda Sâmiha Ayverdi’nin de hocası olan Ken’an Rifâî’nin konağına giderler. Muhtemelen 1949 târihinde gerçekleşen bu ilk görüşmeden sonra İlhan Hanım, Fâtih’deki konağa bu müstesna şahsiyetin vefat ettiği 1950 yılına kadar müteaddid defâlar gidecektir.
Gene annesi ve Mehmet Örtenoğlu ile birlikte ziyâretlerine gittiği bir gün, edep ettiğinden yukarı çıkmayarak aşağıda kalır. Kenan Rifâî Hazretleri “İlhan nerede?” diye sorduklarında ise Mehmet Örtenoğlu, “Rahatsız etmemek için çıkmadı” cevâbını verir. Verilen karşılık çok güzel ve mânidardır. “İnsan hiç babasını rahatsız eder mi?”
Sâmiha Ayverdi ile önceleri biraz resmi olan görüşmeleri, 8 Ekim 1959 târihinde Ekrem Hakkı Bey ile evlenmesiyle çok daha sıkı ve muhabbetli bir kıvam bulur. Bu hâdise hiç ummadığı bir şekilde ve çok sevdiği büyüğü Mehmet Dede’nin aracılığıyla gerçekleşmiştir. Hiçbir zaman aklına getirmediği bu evlilikle, kendi deyimiyle kesif ve son derece güzel bir kültür dünyâsının içine girer.
Artık on iki yıl süren hocalığın yerini bundan sonra Sâmiha Ayverdi ve Ekrem Hakkı Ayverdi ile berâber yürütülen cemiyet çalışmaları ve özel kültür faaliyetleri alacaktır. Ekrem Hakkı Ayverdi ile evlilikleri herkese örnek olacak bir güzellikte geçer. Öyle ki daha nişanlılık devresinde Ekrem Hakkı Bey ona yazdığı bir mektupta” Sizinle olan hayâtımız inşaallah çok neşveli olacak, evimizde siz, bütün ihvânı ve sevdiklerimizi toplayacak bir merkez kuracaksınız” der. Bu temenni yerini bulur ve hakikaten herkes tarafından sevilen İlhan Ayverdi, bilhassa gençlerin “Abla”sı olarak onların her türlü dertleriyle dertlenip, sevinçleriyle neşelenerek Ekrem Hakkı Bey’in evini bir merkez hâline getirmekte gecikmez. Aynı zamanda, sabırlı, yumuşak ve iyimser mizâcıyla, temelde son derece kıymetli özelliklerle mücehhez fakat zor tabiatlı eşinin hayâtını kolaylaştırarak ona huzur, şefkat ve muhabbet dolu bir zemin hazırlar.
1960 ile 1976 seneleri arasında Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osman Gazi’den Fâtih devrine kadar olan mîmârî mîrâsımızı topladığı dört ciltlik muhalled eserinin ve Balkanlar’daki Osmanlı devrine âit bütün mîmârî eserleri içine alan külliyâtının hazırlanmasında Anadolu ve Rumeli’yi karış karış gezerek çalışmalara fiilen iştirak eder. İlhan Ayverdi bu 20 senelik devrenin Ekrem Hakkı Ayverdi gibi bir kıymeti çalışmalarında desteklemenin, seyâhatlerdeki büyük güçlüklere rağmen hayâtının en zevkli ve şükredilecek devrelerinden biri olduğunu her vesile ile söyler.
İlhan Ayverdi, 1970 yılında kurulan ve aynı zamanda isim annesi olduğu Kubbealtı Vakfı’nın da başkanlığını yürütmektedir. Bu arada Sâmiha Ayverdi ile aralarında eşine az rastlanan bir mânevî râbıta ve teşrik-i mesâî vardır.
İlhan Ayverdi’nin uzun zamandır kafasını kurcalayan meselelerden biri de Türk dilinin içinde bulunduğu çıkmazdır. “Bu yolda Kubbealtı ne yapabilir?” sorusunun cevâbını henüz bulabilmiş değildir. Bir gün mutfakta her zaman olduğu gibi eşinin kahvesini pişirirken gönlünde cezvedeki köpük gibi bir iştiyâkın kabardığını hisseder. Zihnine şimşek gibi bir fikir düşmüştür. “Kubbealtı bir dil akademisi kurmalıdır. ” Hemen bu fikri Ekrem Hakkı Bey’e açar. “Neden olmasın” cevâbını alınca soluğu Sâmiha Ayverdi’nin evinde alır. Esasen hemen her gün fikir alış verişinde bulunduğu Sâmiha Ayverdi kendisine söyleyeceklerini notlar hâlinde kağıda yazmak alışkanlığındadır. İlhan Hanım heyecanla “Efendim size bir şey söylemek istiyorum” der demez kendisinden şu cevâbı alır: “Bir dil akademisi kuralım değil mi?” İşte bu hayırlı teşebbüsün başlangıcı iki zihnin ve gönlün ilâhi bir cilveyle aynı zaman ve noktada birbirinden habersiz buluşmasıyla olur. İlhan Hanım hemen faaliyete başlayarak bir grup dil âlimini bu yolda çalışmak üzere dâvet eder.
İşte kendi ifâdesiyle lugat serencâmının sâdece bir kısmı: Arapların bir sözü var, “Küllü câhilün cesur” yâni bütün câhiller cesurdur. Lugat çalışmasının ne kadar külfetli ne kadar müthiş bir şey olduğunu bilmeden biz üniversite ile bu işe başladık. Başladık, o zamanın kültür müsteşarı Emin Bilgiç’ti. Emin Bey çok alâka gösterdi, biz bunu bakanlık olarak basarız dedi. Üniversite’den, İstanbul’daki Türkoloji kısmının profesörleri, doçentleri hepsi bu çalışmaya dâhil olmak üzere -Allah rahmet eylesin Fâruk Kadri Timurtaş baştaydı- bir heyet kuruldu ve akademi bunlara neleri hazırlayabilir? Türkçe’deki her kelime için bir zarf açıldı ve yüzlerce eser tarandı. Bunlar dağıtıldı, bu taramalar o zarflara konuldu ve malzeme hazırlandı. Fakat o derece ağır ilerledi ki o zaman biz yalnızca idâreci olarak vardık burada. Fakat Allah rahmet eylesin Necmeddin Hacıeminoğlu ‘nun bir sözü vardı. “Bu iş kuma istemez” derdi tabiî profesörlerin kuması çoktu, şimdi benimki çok. . . Onun için çok yavaş ilerledi. Bir sene, iki sene bir şey yok ortada. Bu çalışmaya girmişiz, îlan ettik, ben vakfın başkanı olarak bakanlığa imzamla taahhütnâme verdim, bırakmamız mümkün değil ama üniversitenin yürütmesi de mümkün değil. Oturup başına çökeceksiniz bu işin. Öyle olunca ben bu işin altında kaldım. Hani çığ düştü altında kaldım meselesi var ya, öyle oldu ve altında kaldım.
Gerçekten de öyle olur. Allah âdeta irâdesini elinden almıştır. Günlerce dışarı çıkmayarak fişler arasına gömülürcesine kesif bir çalışmanın içine girer. Öyle ki bir gün sokağa çıkması gerektiğinde boğazdaki vapur iskelelerinin hangi yakada olduğunu hatırlamakta güçlük çekecek ve bunu anlattığında Sâmiha Ayverdi’nin gözlerinde beliren endişe bulutu, içinde bulunduğu durumun vahametini anlatacaktır.
Yıllar geçmekte onca dünya gailesinin içinde lugat çalışması ağır fakat kararlı bir şekilde ilerlerken geçen zamanla birlikte şartlar da değişmektedir. İlhan Hanım önce ağır bir mîde ameliyatı olur. Gençliğinde geçirdiği peritonitten dolayı ameliyattan istenen sonuç elde edilemez. Bu arada seksen yaşını geride bırakan Ekrem Hakkı Bey’in de sağlık durumu bozulmaya başlamıştır. O enerjik ve çalışkan insan artık zamânının çoğunu evinde geçirmekte pek dışarıya çıkamamaktadır. Tabiî bu durumda gene iş İlhan Ayverdi’ye düşecek eşinin mâneviyâtını bozmamak için ayda bir gerçekleştirilen akademik toplantıları sürdürmeye daha bir özen gösterecektir. Maalesef bütün ihtimâma rağmen Ekrem Hakkı Bey’in bozulan sağlığı düzelmez ve 24 Nisan 1984 günü İlhan Ayverdi hayâtının en büyük desteklerinden birini kaybeder.
Büyük dayanağı eşini kaybetmesiyle, kimseye hayır diyemeyen mizâcı gereği yorgunluğu ve gailesi büsbütün artar. Üstelik rahatsız olan Sâmiha Ayverdi’nin ona havâle ettiği mühim vazifeleri de vardır. Evi gene bütün hızıyla merkez olmaya devam etmekte, kesif lugat çalışmasının arasında câmiânın dertleriyle ilgilenmeye de devam etmektedir. Bir başka büyük acıyı 22 Mart 1993 günü en büyük dayanağı ve hocası Sâmiha Ayverdi’yi kaybettiğinde yaşar. Artık omuzlarındaki yük büsbütün ağırlaşmıştır. Üstelik sağlığı da pek iyi değildir. Geçirdiği beyin ameliyatından sonra dahi temposunu yavaşlatmaya râzı olmayan İlhan Ayverdi’nin sağlık durumu 2004 senesinde iyice bozulur. Uzun zaman hastahânede tedavi görür. Vücudunun her noktasından tehlike sinyalleri gelmektedir. Kemik erimesinden dolayı târifsiz ağrılar çekmesine ve yatağa bağlı olmasına rağmen ağzından en ufak bir şikâyet sözü çıkmaz.
Bütün bu sağlık problemleri arasında, ömrünün yarısını verdiği lugat tamamlanarak 2005 senesinde neşredilir. Topkapı Sarayı’nda yapılan tanıtım toplantısında bulunamayacak kadar rahatsızdır. Bu durum onu üzeceği yerde şöyle düşündürür: Bu kadar takdirle karşılanan bir eserin tanıtım merâsiminde bulunmak benliğini kabartabileceği için bu mahrumiyet şüphesiz ki Allah’tandır ve en hayırlısıdır.
İşte böylesine hassas ve olgun bir düşünce yapısının sâhibi olan İlhan Ayverdi, Sâmiha Ayverdi’nin deyişiyle “ezelden ebede izzetlenmiş” bu müstesna insan Türkçe’ye hediye ettiği Misalli Büyük Türkçe Sözlüğü hazırlamanın huzûru ve çok sayıda dostuna akl-ı selîmi ile her zaman yardım etmenin hazzıyla, bir ilim ve irfan ocağı olmaya devam eden evinde, 6 Kasım 2009 Cuma günü seksen üç yaşında, Cemâl’e kavuşmuştur.
Kaynak: Kubbealtı Vakfı