Hayâtı

Ken’an Rifâî (Büyükaksoy), 1867’de Selânik’te doğdu. Babası, Filibe hânedânından Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey, annesi Hatîce Cenan Hanım’dır. Babası Filibe Murahhası olarak Rumeli-i Şarkî denilen Osmanlı vilâyetlerinde devlet temsilciliği yapmış, sonra İstanbul’a gelerek Hırka-i Şerif’te satın aldığı bir konağa yerleşmiştir. Posta Telgraf Nezâreti Sicil Başmüdürlüğü, sonra da Telgraf Nâzırlığı yapmıştır.
Âilesinin İstanbul’a yerleştiği yıllarda Ken’an Rifâî Galatasaray’da öğrenimini tamamlamıştır. Zekî, akıllı, terbiyeli, fakat yaramaz bir çocuk olarak hocaları tarafından sevilen, takdir edilen bir talebe olarak öğrenim görmüş, Fransızca’yı kısa zamanda öğrenmiştir. Muallim Nâci, Muallim Feyzi, Ercüment Ekrem ve Zihni Efendiler bu mektepteki Türk hocalarındandır. Galatasaray’dan mezun olduktan sonra Hukuk Fakültesine girmiş, hemen bir müddet sonra Balıkesir Îdâdîsi Müdürlüğü’ne tâyin edilmiştir.
Babası ona müreffeh bir dünyâ hayâtı sağlamıştır. Annesi ise, Sâmiha Ayverdi’nin ifâdesiyle: “… Hem dünyâsı, hem ukbâsı, görülmeyeni göstereni, bilinmeyeni bildireni, taşıdığı emânetten haber vereni, sevgisi, aşkı olan büyük insan” olmuştur. Ken’an Rifâî mânevî hasletlerini tevârüs ettiği annesinden ilk terbiyeyi almış, annesi onu en genç yaşında, kendisinin mürşidi Edhem Efendi’nin terbiyesine tevdî etmiştir. Edhem Efendi tekke şeyhliği görevi olmayan Üveysî-Kādirî sivil bir zat idi.

DK013-5747

Ken’an Rifâî on dokuz yaşlarında tâyin edildiği Balıkesir Îdâdîsi Müdürlüğü’nde on bir ay kalmış, bu müddet zarfında bir sanatkârdan mûsikî ve ney dersleri almıştır. Sonra mesleğinde terfî ettirilerek Adana Maârif Müdürlüğü’ne, daha sonra sırasıyla Manastır, Kosova, Üsküp ve Trabzon Maârif Müdürlüklerine tâyin edilmiştir. Manastır’da bulunduğu sırada, “görülen bir işâret-i mâneviyye” üzerine Medîne-i Münevvere’ye gitmek için mürâcaat etmiş, birkaç yıl bekleyişten sonra kendisine Medîne-i Münevvere’de Îdâdî-i Hamîdî Müdürlüğü verilince, bunu yine memnûniyetle kabul etmiştir. Dört sene kaldığı Medîne-i Münevvere’de yine bir “işâret-i mâneviyye” üzerine beldenin Şeyhü’l-Meşâyih’i, Seyyid Ahmed er-Rifâî neslinden ve tarîkatinden Seyyid Hamza er-Rifâî’ye hizmet etmiş ve şeyhi kendisine: “Oğlum, bilmiyorum ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim?” takdir ve tebrik sözleriyle icâzet ve hilâfet vermiştir.

DK030
İstanbul’a dönüşünde, annesi Hatîce Cenan Hanım’ın 1908 senesinde Hırka-i Şerif’te inşâ ettirdiği Ümmü Ken’an Dergâhı’nda postnişin olarak talebelerini irşat ve terbiyeye başlamıştır. Aynı yıllarda Erkek Muallim Mektebi’nde Fransızca hocalığı, Tedkîkat-ı İlmiyye âzâlığı, Dârüşşafaka müdürlüğü, Meclis-i Maârif âzâlığı gibi görevlerde bulunmuştur. Bir ara ikinci defa Medîne-i Münevvere’ye giderek kısa bir müddet kalıp dönmüştür.
1925 yılında tekkelerin kānunla kapatılması üzerine, zâten mülkiyeti kendilerine âit olan Ümmü Ken’an Dergâh-ı Şerîfi âile efrâdı tarafından mesken olarak kullanılmıştır.
Maârif Vekâleti’nden emekliye ayrıldıktan sonra da on üç yıl Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmıştır.
7 Temmuz 1950 târihinde vefat etmiş, Merkez Efendi Câmii avlusunda, şadırvanla kabristan duvarı arasındaki hazîreye defnedilmiştir. Çocukları Aliye Büyükaksoy (ö.1984), Mevlithan Hâfız Kâzım Büyükaksoy (ö.1993) ve Kâinat Büyükaksoy (Gürsoy)’dan (ö.2015) erkek ve kız torunları ve torun çocukları bulunmaktadır.

DK048

XX. yüzyılın ilk yarısında yaşayan sûfî ve şeyhler arasında önemli bir yeri olan ve tasavvufî şahsiyet ve görüşlerini “tevhit”, “güzel ahlâk”, “aşk” ve “irfân” etrâfında ören Ken’an Rifâî ilim, fikir ve sanat dünyâmıza birçok insan kazandırmıştır: Diş Tabâbeti ve Eczâcı mektepleri müdürü Prof.Dr. Server Hilmi Bey (ö.1930); Hattat Aziz Efendi (ö.1934); Eflâtun, Marc Orel ve Epictet’in bâzı eserlerini Türkçe’ye tercüme eden Felsefe Muallimi Semîha Cemâl Büyükaksoy (ö.1953); yazar ve filoloji doktoru Safiye Erol (.1964); Mîmar Ekrem Hakkı Ayverdi (ö.1984) ve edip, mütefekkir ve mutasavvıf Sâmiha Ayverdi (ö.1993) vb. talebelerinden birkaçıdır. Müntesipleri arasında devrinin şeyhülislâmlarından Haydarîzâde İbrâhim Efendi, Nesîmî Efendi ve Abdullah Efendi’yi sayabiliriz. Keldânî Patrik Vekîli Abid Efendi de müntesipleri arasında idi.
Prof. Dr. Mustafa Tahralı

Eserleri

1.MUKTEZÂ-YI HAYATmuktezayı hayat
1324/1908

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2.REHBER-İ SÂLİKÎNrehber-i salikin
1327/1911

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

tuhfe-ikenan3. TUHFE-İ KEN’AN
1327/1911
Bu eser üç yüz kırk kadar hadîs-i şerifin nazmen ve İmâm-ı Bûsîrî’nin (ö.696/1296) Kasîde-i Bürde’ (Bür’e) sinin yine nazmen tercümesidir. Ayrıca müellifin bâzı ilâhîlerini ihtivâ etmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4. AHMED ER-RİFÂÎahmeder rifai
1340/1924
Seyyid Ahmed er-Rifâî ve tarîkati hakkında Türkçe’de yazılmış en geniş eserdir. İçinde müellifin bâzı ilâhîleri bulunmaktadır. Sonuna Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin elli iki hizbi (vird ve duâsı) eklenmiştir.
Bu eser Mustafa Tahralı tarafından günümüz harflerine aktarılmış ve Dr. Müjgân Cunbur’un sâdeleştirmesi ile esas metin ve sâdeleştirme karşılıklı sayfalar hâlinde 2008 yılında Ebu’l -alemeyn SEYYİD AHMED ER-RİFÂÎ adı ile Cenan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı yayını olarak yayımlanmıştır.
İkinci baskı için Prof. Dr. Mehmet Demirci kitabın yeniden sâdeleştirilmesini üstlenmiş ve eser aynı şekilde esas metin ve sâdeleştirme olmak üzere karşılıklı sayfalar hâlinde Mart 2015 de tekrar yayımlanmıştır.

 

 

 

5. İLÂHİYÂT-I KEN’ANilahiyati_kenan_manzume
1341/1925
Manzûmelerin büyük çoğunluğu aruzla yazılmıştır. Yukarıda adı geçen iki eserindeki ilâhîlerle birlikte diğer şiirlerini ihtivâ etmektir. Sünbül Efendi ve Merkez Muslihiddin Efendi için yazdığı iki manzûme Hattat Aziz Efendi tarafından büyük birer levha hâlinde yazılmış ve bu zatların sandukalarının baş ucuna konulmuştur. İki kısımdan meydana gelen eserin birinci kısmında nâzımın daha önce yayımlanan eserlerindeki bütün manzûmeleri bizzat kendisi tarafından gözden geçirilmek sûretiyle bir araya getirilerek
İlâhiyât-ı Ken’ân adıyla bastırılmıştır. Küçük boy 101 sayfadır.
Kitabın ikinci kısmında ise bizzat kendisinin, bestekâr İzzeddin Hümâyî ve Muallim Kâzım Bey’lerin bestelediği yetmiş beş kadar ilâhînin notası verilmiştir. Bu eserin birinci kısmı İlâhiyât-ı Ken’ân – İlâhî ve Manzûmeler- adıyla Prof. Dr. Mustafa Tahralı tarafından, adı geçen ilahiatikenannotalıönceki eserlerindeki ilâhî ve manzûmelerle karşılaştırılarak farklılıklar dipnotlarında gösterilmek sûretiyle, İlâhiyât-ı Ken’ân’dakiler esas olmak üzere, bütün ilâhî ve manzûmeleri Lügatçe ilâvesiyle bir araya getirilmiş ve Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı yayınları arasında Ocak 2013 te 247 sayfa olarak yayımlanmıştır.
Eserin notalı olan ikinci kısmı önce 1974 yılında Yusuf Ömürlü tarafından 191 sayfalık küçük boy bir kitap hâlinde yayımlanmıştır. 1988 yılında Yusuf Ömürlü ve Dinçer Dalkılıç tarafından yayımlanan ikinci baskısında ise Ken’an Rifâî’nin derlenebilen diğer manzûmeleri de bir araya getirilip eklenerek orta boy 214 sayfa olarak basılmıştır.
Bu baskının notaları Yusuf Ömürlü tarafından tekrar gözden geçirilerek bilgisayar nota yazısıyla yeniden yazdırılmış ve İlâhiyât-ı Ken’an – Notaları ile Bestelenmiş İlâhîler- adıyla Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı yayını olarak Eylül 2014 yılında 214 sayfa orta boy kitap olarak ilahiyati_kenancdtekrar bastırılmıştır.
Ken’an Rifâî’nin bütün ilâhî ve manzûmeleri İlâhiyât-ı Ken’an -İlâhî ve Manzûmeler- adlı eserde yayımlandığı için bu notalı yayında sâdece notalı eserlerin güftelerine yer verilmiş önceki baskısındaki diğer manzûmeler alınmamıştır. Bestelenmiş bu ve benzeri eserleri Elif Ömürlü Uyar (solist), Vasfi Emre Ömürlü (solist) ve Lâ-Edrî Topluluğu tarafından seslendirilmiş ve “Ken’an er-Rifâî’den İlâhiyât-ı Ken’an -Lâ Edrî-” adı ile 4 Cd hâlinde aynı vakıf tarafından yayımlanmıştır.

 

 

 

 

Mesnevi6. ŞERHLİ MESNEVÎ-İ ŞERİF
1973/2013 (7.Baskı)
Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin I.cildinin şerhi olan bu eser, bizzat kaleme aldığı şerh ile dergâhta yapmış olduğu “Mesnevî takrirleri”nde tutulmuş notların bir araya getirilmesinden meydana gelmiştir. Başta Sâmiha Ayverdi olmak üzere Nezîhe Araz, Safiye Erol, Sofi Hûri gibi talebeleri ve Nihad Sâmi Banarlı, 1954-1964 yılları arasında birlikte çalışarak bu şerhi günümüz Türkçesine kazandırmışlardır. Eser, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından ilk defa bu şekliyle basılmıştır. Mesnevî şerhleri arasında husûsî bir kıymeti olan bu eser, çağımızın dînî-tasavvufî nesir Türkçesine güzel bir örnektir.

 

 

 

 

 

Sohbetler7.SOHBETLER
Haz. Sâmiha Ayverdi, İki cilt 1991-1992;tek cilt 2000, 2009
İstanbul, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı

Ken’an Rifâî’nin dâmâdı Prof.Dr. Ziyâ Cemal Bey’in kız kardeşi Semîha Cemal ile Sâmiha Ayverdi’nin âile içindeki tasavvuf sohbetlerinden derlediği notlardan meydana gelmiştir.

 

 

 

 

Prof. Dr. Mustafa Tahralı

Sohbetler’den Seçmeler

Çalışmak
Dinde gevşeklik ve tembellik yoktur. Resûlullah Efendimiz: ‘Çalışan Allah’ın sevgilisidir’ buyuruyor ve yine: ‘İnsana kendi sa’yinden başka şey kalmaz’ diyor. Sonra yine: ‘Her peygamberin bir sanatı vardır. Benim ise sanatım ikidir: Biri fakr öteki cehddir ve bunları seven bendendir!’ buyuruyor.
Tabiî içtihat, yâni çalışmak yalnız dış mânâda alınmamalıdır. İçtihattan asıl maksat, bâtınî, derûnî, rûhî mücâhededir.
Zâhirî çalışma, zarûrî olarak nasılsa yapılır. Asıl size düşen, mânevî erzak toplamaktır.
Sohbetler, 2009,s.106.

 

Hak ve haksızlık
Şunu biliniz ki kimsenin hakkı kimsede kalmaz. Ve herkes ne ederse onu bulur. Yalnız kimine er, kimine geç!..
Sohbetler, 2009, s.326.

 

 

Hayattan maksat
Hayattan maksat, ezeldeki ahdini bu dünyâda yerine getirmektir. Dünyânın nîmethânesi ve hikmethânesi olduğundan bahsettiğimiz gibi, selâmet ve ganîmethânesi de demiştik. Bunların hepsi de Allah sevgisinden ibârettir. Yâni Allah’ı bulmak, görmek ve tapmaktan ibârettir. Çünkü rahat, huzur, zevk ve kalb safâsı, ancak bununla hâsıl olur.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de: ‘Burada kör olan, beni görüp, bilip, tapmayan, yarın mahşer gününde de kör olarak haşrolacaktır’, buyuruyor. Ne yazık ki dünya ehli, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlar. Zevk, safâ ve rahatı Hak muhabbetinin hâricinde arıyor, onun için de nihâyette elleri boş kalıyor.
Sohbetler, 2009,s.461.

 

İnsan
İnsan demek, fikir demektir. İnsan olan, düşünecek ve dünyâya niçin geldiğini düşünerek Allâh’ını bilmiş olacaktır.
Bir kimse ilim sâhibi olur, âlim derler. Züht ve takvâda bulunur, zâhit derler. Beldeler keşfeder kâşif derler. Fen hârikaları îcat eder, mûcit derler… derler, derler. Fakat insan demezler. İnsan odur ki, irfân-ı Muhammedî’ye mazhardır.
Sohbetler, 2009, s.414.

 

İnsanın mânâsı
İnsan demek, göz demek, görmek demektir. İnsan vücûdu içinde, görücü, bilici ve idrâk edici olan nûra insan, geri kalan kısmına, kemik ve et denir. Binâenaleyh bir kimse gördüğü, bildiği ve sohbet ettiği ile tartılır. Ne gördü ne bildi neye muhabbet eylediyse seviyesi ve kıymeti ancak odur. Yâni talebin ne ise sen de osun. Bir insanın kıymeti hizmetiyle mütenâsiptir. Himmeti ulvî ise kendi de ulvîdir. Himmeti süflî ise kendi de süflîdir. Çünkü her şey kendisini çekene meyleder.
Sohbetler, 2009, s.247.

 

İnsanlıktan maksat
İnsanlıktan maksat, her şeyi birlemektir. Meselâ, fâil ve mevcut Allah’tır, diyorsunuz. Onun için de kudret ve kuvvetin Allâh’a mahsus olduğunu herkesten iyi bilmemiz îcap eder… İşte ‘Lâ ilâhe illallâh’ın mânâsı bütün mevcûdâtın Allâh’ın emrine zebun ve mağlup olduğunu görmektir. Bütün mevcûdat, mâhiyetlerini ancak Hakk’ın emriyle izhâr eder. İşte bu sûretle de havl ve kuvvetin yalnız Cenâb-ı Mevlâ’ya ait bulunduğu ortaya çıkıyor. Akıl sâhibi olmayan ve hayâta mâlik olduğu zannedilmeyen cansız varlıklar, bu emre itaat eder ve boyun eğerken, akıl ve hayat sâhibi olanların Hakk’ın fermânına mahkûm olması haydi haydi beklenmez mi?..
Hâsılı insanlıktan maksat, bütün mevcûdun Hak olduğunu bilmektir. Fakat bu mânânın hâsıl olması için de bir sâlikin bir çok devreler ve dereceler geçirmesi lâzım geliyor. Onun için irfan denen o tevhit anlayışı kolay elde edilmiyor ve tabiî ki herkeste de bulunmuyor.
Sohbetler, 2009,s.44.

 

İlim
O ilim ki insanın kendisiyle, benliğiyledir ve o kimse bu ilmi var zannetmiştir, tabiî ki o ilim cehille berâberdir. Çünkü asıl ilim, yokluk ilmi, Allah ilmidir. Zirâ bu bilgi, bilcümle ilimleri kucaklamıştır. Cehilden maksat, hiçbir şey bilmemek, okuyup yazmamak, yâni kara câhillik demek değildir. Çünkü bu zâhir bilgisizlik aslâ hoş görülmemiştir.
Sokrat: ‘Bildiğim bir şey varsa, hiçbir şey bilmediğimdir’, diyor. Fakat bu cehilden maksat, Hakk’a karşı acz ve yokluğa ermiş kimsenin cehlidir.
Sohbetler, 2009, s. 70.

 

İbret
Târih demek muhâkeme demek olduğu için ben de şu muhâkemeyi yapıyorum: XX. asırdan aldığımız ibret, asırların ziyâdeleşmesinin, insanların tekâmülüne yardımcı olması şöyle dursun, vahşet tarafının kuvvetlenmesine ve ziyâdeleşmesine sebep olduğudur.
İyice bildiğimiz bir şey varsa, maddî ilerlemelerin neticesi, insanları daha süratle ve kitleler hâlinde öldürecek vâsıtaları çoğaltmakta ve geliştirmektedir.
Sohbetler, 2009, s.462.

 

Tefekkür
Tefekkür, kendi yokluğunu ve her yerde ilâhî saltanatı görerek o azametin sonsuzluğunu ve hikmetini düşünmektir.
Tefekkür, Hakk’ın azametinden ve bunca hikmet ve ibretten ders alıp uyanarak gözünü açmak, vaktin geçtiğini, böylece de hâlinin neye varacağını düşünmektir.
Tefekkür, insanların her şeyi kendilerinin yaptığını zannederek ve kendilerine bir kuvvet ve varlık vererek, gerek bugünkü hâllerinde gerek yarınki hâllerinde ne kadar gülünç bir mevkîe düştüklerini düşünmektir.
Tefekkür, Allah’tan gayrı fâil olmadığını, buyruğun, onun buyruğu olduğunu, kudret ve kuvvetin hep onun olduğunu düşünmektir.
Hâsılı, kendisinin yok ve âciz olduğunu, ancak Allah’ın var olduğunu düşünmektir.
Sohbetler, 2009, s.398.

 

Yaratılıştan maksat
Şunu bilmeli ki kâinattaki bilcümle mevcûdâtın maksadı, Hakk’a erişmektir. Gāye, maksat budur.
Sohbetler, 2009,s.97.

 

Âile Fertlerinin ve Talebelerinin Gözüyle

Kâinat BÜYÜKAKSOY’un Kelimeleriyle
Babama dâirDK025
Babam dışarıda olduğu kadar, âilemizin arasında, evimizin içinde de son derece zarif, esprili, güler yüzlü, evlâtlarına düşkün; bizlerin en önemsiz problemleriyle dahi yakından alâkadar olup, hatalarımızı bizlere azarlayarak ihtâr etmez, hikâye ve misâllerle bize bildirmeye gayret gösterirdi.
Bana her sene günlük tutabileceğim bir not defteri hediye ederdi. Bir seferinde defteri açtığımda, şu satırları buldum:
Kâinat sevsin seni istersen sen kâinat Dâim Allâh’ını sev gāfil olma ondan hiç Herkesi kalbinle sev incinme incitme sakın Aczini bil dâima kibr ü gıybet etme hiç
Birisi, sebebini bilmediğim bir nedenle bana darılmış ve babama benden şikâyet etmiş. Babam da bana bir mektup yazarak, dargınlığın güzel bir şey olmadığını ifâde ettikten sonra şöyle yazmıştı: “Sen benim kızımsın, o kişi tesvilâta uyarak ne isterse yapsın… Bize düşen dâima tevâzû ve müdârâdır.”
Kâinat’ın babası Bak Kâinat’a ne demiş Bunları hâl eyleyesin Okudukça Kâinat
şeklindeki yazı, bizlere öğüt vermedeki zerâfet ve üslûbunu gösteren bir diğer misâldir. (Kızı- 6 Ekim 2003, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.90

 

Asiye Cenan BÜYÜKAKSOY’un Kelimeleriyle
Olmaz ilâç sîne-i sad-pâreme…
Büyükbabacığımı günlerce, aylarca anlatmama imkân yok… Bizden sonraki kardeşlerimizin, evlâtlarımızın istifâdesi için bu acîzâne vazîfeyi yapmak şerefini bana verdiği için Allâh’ıma teşekkür ediyorum…
Büyükbabacığımın, babaannemle olan hayâtından başlamak istiyorum… Babaanneciğim, Filibeli saatçi Ali Efendinin üç evlâdından en küçüğü olan Fatma… Üç kardeşten ağabeyi Hakkı Bey, ablası Ayşe Hanım, babaannem de Fatma Hanım olarak dünyâya geliyorlar… Güzel bir âile..,
Filibe’ye gittikleri zaman, okul arkadaşı olan Hakkı Bey, gelişlerinden fevkalâde memnun ve mütehassis oluyorlar. Kendilerine yakın olan bir evi tutuyorlar…
Annemin ağabeyi ve ablası evliler. Yalnız bekâr olan babaannem. Orada Vâlide sultanla görüşme imkânı olunca, babaannemi çok beğeniyorlar ve istiyorlar. Tabiî sultan’a hayır demenin imkânı var mı?.. Evleniyorlar…
Oturuyoruz… ‘Asiye’ciğim bana bir şarkı söyler misin kızım’ dediler. ‘Hay hay efendim’ dedim… Biraz sonra, ‘Olmaz ilâç sîne-i sad-pâreme’yi söyler misin?..’ dediler. ‘Hay hay efendim’ dedim… Başladım söylemeye… Bitirmeden, büyükbabacığımın hıçkırık şeklinde ağladığını görünce, ben de ağladım. Kestik şarkıyı… Odadakiler yanına gittiler. Ortalık biraz sükûnet bulunca, ‘Gel kızım buraya’ dediler. Yanına gidince, ‘Beni affet’ dediler. ‘Bu anneciğimin çok sevdiği şarkıydı. Onun için dayanamadım’ dediler. (Torunu – Eylül 2003, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.91

DK005

 

Cemil BÜYÜKAKSOY’un Kelimeleriyle
Büyükbabama âit hâtıralardan bâzıları
Sene 1949, kış ayları… Vecihe ile iyi bir arkadaşlığımız var. Kendisi Ankara’da… Mektuplaşıyoruz. O yazdı mı, en az 6-7 sahife yazardı. Büyükbabamın özel hizmetindeyim. Bir ara annem Vecihe’den gelen kabarık bir zarfı bana verdi. Açıp okumama o anda imkân yoktu, pantolonumun arka cebine koydum.
Nasıl olduysa Büyükbabam gördüler ve: ‘O nedir?’ diye sorduktan ve cevâbını aldıktan sonra: ‘Oğlum, insan sevdiğinin mektubunu arka cebinde taşımaz. Ancak kalbinin üzerinde taşır, hiç değilse oraya en yakın olan cebine koy…’ diye buyurdular. …
Sene 1950… Mart ayının 30 uncu günü. Sabahın erken saatinde Behîre halamı çağırdılar ve Ankara’da, mebus Rıfat Bey’e telefon edip kendisinden, kızı Vecihe’nin burada bir iki gün daha kalması için izin istettiler ve yine ‘Kızınız Vecihe’yi oğlum Cemil ile nikâhlamak istiyorum. Rıfat Beyefendi rızâ gösterirler mi?..’ diye sordurttular. Rıfat Beyin cevabının ‘Ne demek efendim, emirleri başımın üzerindedir, bu birleşme bana hem şeref hem de saâdet verir’, olduğunu halam iletti. O zaman bana: ‘Cemilo hazır ol!.. Yarın nişan-nikâhın olacak inşâallah, hazır ol… Fazla da herkese dallandırıp budaklandırmayın…’ buyurdular.
31 Mart 1950… Cuma. Anneannem benim giyeceklerimi getirdi. …
Derken, kendisi Vecihe ile beni çağırarak oturttular ve:
‘Çocuklar bugün sizin neşeli bir gününüz, herkes sizi kutluyor ve hediyeler veriyor… Benim de size bir çift hediyem var.
1. İlk hediyem şu ki; herkese, onların akıl seviyelerinden hitâb edin… Kendi seviyenizden değil.
2. İkincisi de; her ne oluyorsa, etrâfınızda olsun, sizden olsun, size karşı olsun. Yâni, dünyâda olan her hâdiseyi, her türlü oluşu ‘Hah işte bunu ben böyle istiyordum’ diyerek ve hakîkaten kalbinizle de bunu tasdîk ederek râzı olun… İşte benim de size nikâh hediyem bunlar…’ buyurdular. …(Torunu, Ağustos 2003, Kanada)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.92

 

DK038

Ayşegül KAYTAZ ‘ın Kelimeleriyle
Büyükbabamla yaşadığım hâtıralardan bâzıları
Kendileri, ‘Herkes bana gönlünce bir isimle hitâp ediyor. Ya sen ne diye bana hîtâp edeceksin?..’ diye, ben küçükken sormuşlar. ‘Aşkım…’ demişim. Cevaben: ‘Ben herkesin aşkıyım, sen aşkım dersen, sâdece kendine hasretmiş olursun. Bana Aşkam de… Ben de sana Aşkam derim’, buyurmuşlar.
Her sabah odalarının kapısını vurup ‘Aşkam…’ diye seslenirdim. İçeriden de ‘Aşkam…’ diye cevap gelirdi, içeriye girerdim. Hemen ‘Mevlâye salli ve sellim’ ilâhisini okurdum. Bu durum ortaokulda hazırlık okurken de devam etti. Yatılı okuduğum için Kendileri’ni ancak hafta sonlarında ziyaret edebiliyordum. …
İhvandan Melek anneye her gidişlerinde, beni de elimden tutup götürürlerdi. Bir gün gene oraya giderken, ben seke seke yürüyünce ‘Neden böyle sekiyorsun Aşkam, ayağın mı acıyor?’ diye sordular… ‘Gölgenize basmamaya çalışıyorum Efendim’ dedim. ‘Aşkam, bilir misin, o senin basmaya çekindiğin, gölgenin de gölgesidir. Yâni bizim varlığımız, sâdece esmâ cihetiyledir. Biz sâdece isim ve resimden ibâretiz. Yâni gölgeyiz, bizden yere akseden de, gölgenin de gölgesidir. İşte, ancak zât olmazsa gölge de olmaz. İnsan yaradılış itibâriyle yok, Allâh’ın tecellisi itibâriyle vardır’, buyurdular. …
(Torunu- Ağustos 2003, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.95

 

 

Alican GÜRSOY’un Kelimeleriyle
Şeref Tâcı
Sû-i niyet (kötü niyet) ve sû-i tefehhümden (kötü algılayış) sıyrılmak için Dedem Ken’an Rifâî’nin hayat görüşünün önemi inkâr edilemez. O, iyi niyetli vefâkâr insanların oluşmasında örnektir. Âile ve iş hayâtında, çalışkan, feyizli, yaşama gücü dolu şahsiyetini örnek alanlara ne mutlu.
Rahmetli Dedem’in tuttuğu ışık, kazandığı mânevî cevher, ortaya koyduğu şuurlu îmân ve insan hayâtı, torunlarının şeref tâcıdır. (Torunu-Mart 2004, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.96

DK028

Kenan GÜRSOY’un Kelimeleriyle
Yok – var olmak
Ben O’nun vefâtından altı ay kadar sonra doğduğumdan, kendisini görebilmek mutluluğuna erişemeyen, en küçük torunuyum. Ama, O’nun mânâsını kazandırdığı evi ve âilesi ortamında, O’nun yetiştirdiklerinin elinde ve hep O’nun şahsiyetini örnek alarak büyüdüm. Gördüm ve bildim ki, yokluğu O’nun varlığını hissetmeme engel değilmiş. Dahası anladım ki, çizdiği ve yaşadığı yolun “şânı” yine kendi ifâdesiyle söylenecek olursa “yok-var olmakmış”.
Öyle bir “yok-var olan” ki, hayâtımın bütün kademelerinde müessir: Aldığım eğitim, gördüğüm öğrenim, seçtiğim meslek, yürüdüğüm yol, olduğum insan, hep O’nunla ve O’ndan. … (Torunu- Mart 2004, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.97

img005

 

SEMÎHA CEMÂL’in Kelimeleriyle
Ziyankârlığı, isrâfı, lüzumsuz, beyhûde sarfiyâtı sevmezdi. İhtiyaç için sarfedilen her şeyi zarûrî, tabiî bulurdu. Hayatta sâdeliği severdi.
Kimseye yük olmak istemezdi, hattâ bâzı küçük hizmetlerini yaptırmaktan bile çekinirdi.
Emâneti, üzerine titreyerek muhafaza edilmesini isterdi. Meselâ, kirâ ile oturulan Emirgân’daki yalının kapılarının hızla vurulmamasına ve bahçedeki ağaç dallarının kırılmamasına son derece dikkat ederdi.Sû-i zannı sevmez, biz dâima hüsn-i zan ile mükellefiz der ve ilâve ederdi: ‘Eğer sû-i zan ettiğin kimsenin niyeti güzel ise sen kaybedersin. Eğer kötü ise o da, Rabbi ile kendi arasındadır, bize ne düşer?.. Hareketlerin ve sözlerin dâima hüsn-i tefsir edilmesini isterdi.
Vermekten o kadar zevk alırdı ki, her gün avucuna bir şeyler doldurup yakınlarına ve çocuklara dağıttığı görülürdü. Başkalarının zevki ve rahatı ile zevklendiği için, karşısındaki bir şeyden zevk alır veya rahat ederse, kendisi ondan ziyâde memnun olurdu. ‘Memnun bir kalbi görmek, bana ne kadar sevinç verir’, derdi.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.81

 

SÂMİHA AYVERDİ’nin Kelimeleriyle
SAMİHA AYVERDİ 1İlâhî irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken’an Rifâî’yi anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiği kadar seyreden bir nöbetçiden farkı yoktur.
Niçin mi?..Kulaçlamakla sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samîmiyet âbidesi, insan idrâkinin zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini, akılları durduracak ölçüde etrâfına saçtığı için, anlatılması ve anlaşılması güç, belki de muhâldir.
İlmine, fazlına, fazîletine, maddî mânevî asâletine rağmen, bu iddiâsız, sâde, şatafatsız büyük velî, kendisine ilticâ edenlerin, maddî mânevî yardım bekleyenlerin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, ferâgatini, tevâzuunu, vefâsını, sabrını, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde toplayarak etrâfına sunmuştur.
Öğrettiği, tâlim ve tedris ettiği iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve katı üniformalar içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâfına göstermiştir.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.36

 

 

SAFİYE EROL’un Kelimeleriyle
13O, cemiyetimizin müşahhas hayâtı, müşahhas hakîkati gibiydi. Sosyal insicâmın şebekesini ne dereceye kadar tanırdı diye sorulursa: Bir dokumacının kendi tezgâhındaki dokumayı tanıdığı kadar tanırdı. O, tabiatın ancak gerçek âşıklara âyân olan şifresini okuyarak böyle bir tabiat zemini üzerinde insanın nasıl ve ne üslûpla yerleşmesi lâzım geleceğini takdir etmiş kuruculardandı. Zaman ve mekâna elverişli normları îmâl edenlerdendi. Beşer kaderinin ana rotasını bildiği için ferdî mukadderat yollarını da yekten görürdü…
Hocam Ken’an Rifâî… Mistik adam, sırrı görmüş, sırrı yaşamış, sırra katılmış adam.
Sırrı beşer plânına çıkarmış, hikmete çevirmiş, cemiyete zerk etmiş insan… Hakîm adam.
Bütün yaptıklarını dîn-i mübîn dâiresinde yapan büyük İslâm şeyhi, halkı irşât eden terbiyeci, yâni mürşit; yolunun îcaplarına, cemiyet bünyesine, insan rûhuna tam bir vukufla âgâh olan mürşid-i âgâh.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.71-72

 

SOFİ HÛRİ’nin Kelimeleriyle
14Hakîki büyüklüğün sırrına ermiş uluların müeyyidesini şahsında yaşatan bu büyük insan, cins ve mezhep zincirlerini kırıp insanı insan olarak, hilkat sırrına mazhar ve Cenâbı Hakk’ınh kâinat manzûmesinin birer cüz’i olarak görmüş ve ona göre muâmele edilmesini öğretmiştir.
Asırların ötelerinde yaşıyan şahsiyetlerin özlerini rûhunda taşıyan Ken’an Rifâî, bu özün derinliklerinden aldığı hayatla yaşıyordu. Onun gāyesi, insanların kalbine Allah îmânı akıtmak, kâinatın sevgi ile dolu olduğuna onları inandırmaktı…
Bu dünyâyı bir zaman için ziyâret ettikten sonra yine aslına avdet eden büyük kıymetler elbette ki ölümsüzdürler. Onlar gönüllerde ve asırların bağrında ebedîyen yaşarlar. Ebedîyete intikalleri, güneşin batması kabilindendir, ve gönüllerde bıraktıkları hicrânın içinde yine doğarlar ve sanki bize daha çok yaklaşmış, benliğimize daha yakından karışmış olurlar. Aydınlatıcı yakınlıkları aslâ bizden ayrılmaz…
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.74

 

MEŞKÛRE SARGUT’un Kelimeleriyle
MeskureSargutCenâb-ı Hak: “Yere göğe sığmayan ben Allâhû Azimûşşân, bir kâmil müminin gönlüne sığdım.” buyuruyor.Bu Allah buyruğunun güzelliğini, hocam Ken’an Rifâî’de görerek, Hakla Hak oluşuna şâhit oldum. Zirâ Ehlullah, gerçek Kâbedir. Hz. Mevlâna’nın dediği gibi: “Mekke’deki Kâbe, Allah rızâsı mahallidir. İnsan-ı kâmilin gönlü ise, Hakk’ın cemâlinin müşâhade mahallidir. Ken’an Rifâî; hâliyle ve tavrıyla doğruluğun, güzel ahlâkı ile ihlâsın, şiirleri ve besteleriyle aşk, edep, irfânın öğretmeni idi. Bize Kur’ân-ı Kerîm’in iç mânâlarını, yaşadığı hayâtı ile öğretmiştir. Buna en büyük delil, yetiştirdiği insanlardır.
Hz. Mevlâna Mesnevî’sinde soruyor, şöyle ki: “Kâfir kimdir?” Yine kendi cevap veriyor: “Kâmil insanı tanımayandır.” Tekrar soruyor: “Ölü kimdir?” Cevâbında şöyle buyuruyor: “İnsan-ı kâmilin canından habersiz olandır.” Çünkü: “Kâmil insan, yaşadığı cemiyet içinde bir Peygamber gibidir.” diyor. Ehlullah, Hakîkat-i Muhammediye’ye mazhardır. Çünkü o, kendinden Resûlullah Efendimiz’in mâneviyâtını, rûhâniyet ve nûrâniyetini aksettiren kişidir. O gerçek vârisdir ki; hocam Ken’an Rifâî’de işte bu hakîkati görmek lütfuna uğramış bulunuyoruz.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.83

 

İLHAN AYVERDİ’nin Kelimeleriyle
ilhan ayverdiİnsanoğlunun ezel ebed arasındaki mâcerâsında, bütün safhaları hakkıyla ve gereği gibi yaşadığına ve bunları yaşarken de etrâfına hikmetler sergilediğine idrâkimiz ölçüsünde şehâdet edebildiğimiz büyük ve müstesnâ insan, yaşadığı her merhaleden bizlere nişan veren, hikmetler özetleyen Ken’an Rifâî Hazretleri, ‘Hayat yolumun seninle kesişmesi, yaşadığım en büyük bahtiyarlıktır’…
Bu yüce velî, birgün yakınlarına: ‘Benim sizin dahi yüzlerini görmediğiniz nice evlâtlarım var’, demişti.
Etrâfındakileri ömür boyu mânevî rızıkla besleyen aziz hocamız, tasarrufunu ve irşat vazîfesini, yüzlerini görmediğimiz evlâtları için de kesintisiz devam ettirmiştir.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.13

 

 

 

MÜJGÂN CUNBUR’un Kelimeleriyle
mujgan_cumburGeçmiş asırlarda gavsu’l-âzam, kutbu’l-aktâb diye adlandırılan bir takım mânevîyât büyükleri, mürşid-i kâmiller yetişmişti. Günümüzde mânevîyat büyüklerine verilen bu tamlamalar pek bilinmiyor ve bilinmediği için çokça da kullanılmıyor. Ken’an Rifâî Hazretleri o asırlarda gelmiş olsalardı, muhakkak ve mutlaka bu iki vasıfla da anılacaklardı. On dokuzuncu asrın son yarısında dünyâmızı şereflendiren, yirminci asırda ışıklarını saçmaya başlayan bu büyük mürebbî, büyük terbiyeci, haydi günümüzdeki deyişle isimlendirelim büyük eğitimci, ideal insan, dört yolu birleyen, diğer yollara da, geleceğe de ışık tutan bir hikmet sâhibiydi.
Güçlü temellere dayanan, geleceğe yönelik bir ahlâk eğitimi âbidesinin kurucusu olan bu büyük mürebbî, aynı zamanda eskilerin dediği gibi gerçek bir nüfûz-ı nazar sâhibiydi. İnsan rûhunun derinliklerine inen bakışlarıyla çevresindeki insanların yeteneklerini, neyi yapabileceklerini, hangi alanlarda başarı kazanacaklarını, o kişiler daha kendilerini öğrenmeden görüp fark eder, onları başarıya ulaşacakları yöne doğru, kimi zaman hissettirmeden, yöneltirdi. Bu husus onun himmetinde yetişenler için gerçekten çok büyük bir Tanrı lütfu olmuştur.
Dost Kapısı, s.86-87

 

NEZİHE ARAZ’ın Kelimeleriyle
3Sen her türlü kayıttan âzâde olan hasbîliğin ile cemiyet safları arasında ne dünyâdan, ne ukbâdan bir ecir ve karşılıkbeklemeden insanlara hizmet yolunda hayrete değer bir cesâret ve metânet göstermiştin. Zirâ insanları seviyordun, hem öylesine seviyordun ki, bütün yaradılış âlemini kayıtsız şartsız muhabbetin potası içinde birleştirirken anadan rahim, atadan şefik, dosttan vefâlı, kardeş, hâldaş ve şefaatçi oluyordun. Hayâtın boyunca kırmadın, kırılmadın, dostluğun, merhametin, alâkan, aşkın her zaman bekleyeni olduğu gibi beklemeyeni de geldi, buldu.
Kimdin, kimsin?.. Sen, her tâlim ettiğin düstûru, hayata aksettirmek için, onu kendi nefsinde yaşayarak, nasıl yaşanması îcâp ettiğini bütün ömrün boyunca bilfiil temsil eden bir fedâiden başka kimse değildin. Ferdî şahsiyetini dâvân uğrunda terkederek kütleye mâl edilmiş bir sembol olmuştun. Beşerin, hayâtını idâme ettirmek için, gıdâlandığı bir kaynak, cemiyetimizin mânevî bekçisi ve ileri karakolu idin. Hâlâ da öylesin.
Sen insanlığa yeni bir anlayış ufku açarken, Koca Mevlânâ gibi, ‘hoş hâllerle de, bed hâllerle de dost olup kucaklaştın’ ve Örfi’nin arzûladığı mânâda ‘kötü ile de, iyi ile de öyle hoş ol ki ölümünde Müslümanlar seni zemzemle yıkasın, Hindûlar da ateşe atmak istesin’ sırrına ererek, seni bilen bilmeyen herkesi ‘o bizdendi’ diye feryâda saldın.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.187-188

 

TÜRKÂN ERKMEN’in Kelimeleriyle
Turkan Erkmen… “Maddeniz ile dünya için çalışırken, gönlünüz Allah ile alışverişte olsun” diyorlardı. Bir küçük dere deryâya kavuşmak için ne büyük engelleri aşıp çeşitli çilelere mâruz kalıyor… İşte insanoğlu kendini bilip o deryâya kavuşurken çeşitli imtihanlardan geçiyor. Iztıraplar, elemler insanı Allah’a yaklaştıran, aşkı kabartan maya hükmünde oluyor. Ve bütün bunlara katlanmamız ise bir emr-i ilâhî. Allahım sana şükürler olsun, bize bu dünya yolculuğunda elimizden tutan, bizi yuvarlanmaktan kurtaran bir mürşit ihsân ettiğin için… Bu dünyâya neden geldiğimizi bize öğrettiğin için… Kusurlarımızı yüzümüze vurmadan, şiirle, beste ile sohbet ile düzelten bir terbiyeci gönderdiğin için. Bize ulû’l-emre itaat etmeyi öğrettiler. Çünkü kendileri şapka kānunu çıkınca, fesi çıkarıp şapkayı giymişlerdi. 1925 senesinde de dergâhların kapanmasıyla bu emri hemen yerine getirenlerdendi. Tâ ki 1946 senesine kadar kimseleri evlerine kabul etmemişlerdi.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.85

 

 

 

İki Mektup

Saint Benoit Lisesi hocalarından Pere André Duchemin ve M. Téophile Sargologo’nun mektuplarından:39
… Ken’an Bey’e ilk defa takdim edildiğim günün hâtırası bende pek derin bir iz bırakmıştır. Fâtih’te Ekrem Bey’in evinde bana doğru ilerleyenyakışıklı ve yaşlı bir zat gördüm. Kusursuz kıyâfeti, canlı ve derin bakışı, tok sesi, tatlı nezâketi ve umûmiyetle her şeyi, bu mâruf insana çok uygundu. Mânevî ve rûhânî binâsı bir sükûn ve sükût vâhası olmuştu. Kendimi bıraktım ve câzibesine tutuldum. Vâsi kültür hazînesine istinâden âhenkli ve beliğ ifâdesini hikmet ve nükte dolu küçük hikâyelerle süslüyordu. Sözlerine gönül açmış muhâtaplarına bâzan pek uzun gelen küçük sükût vakfeleriyle mevzûu tebârüz ettiriyordu.
Îman hazînesi, konuşmamızın hemen başında, teâmül îcâbı teâtî olunan birkaç cümleden sonra, bana kendini gösterdi. …
A.Duchemin
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.179

 

40Ken’an Büyükaksoy, müşküller içinde kalan herkesin koşup sığındığı en emin bir limandı ki bir kere oraya varabilen insan, güçlükleri yenecek bir çârenin mevcûdiyetinden emin olabilirdi.
Bu fevkalâde şahsiyet, uzun seneler boyunca hayır yolundaki cehtlerinden tereddüt eden ve cesâretlerinin kırılması ile duralamış olan birçok insanı, eşsiz bir vazîfe duygusu ve fazîlet ve ferâgatle sevk ve idâre etmiştir. O, kendisi için hiçbir şey istememiş, bütün kalbi ve bütün arzusu ile başkaları için yaşamıştır. Kendisinden herhangi bir irşat talep edenlere veyâhut zorlukların aşılmaz gibi göründüğü ve ufkun karardığı anlarda nasıl hareket etmek lâzım geldiğini bilemeyenlere faydalı olabilmek arzusu hayâtının gāyesini teşkil ediyordu. Onun çok sevdiği bir vecîzesi “kendini bil” düsturu idi. Bunu sevdiklerine sık sık tekrar ederdi. Çünkü onların dürüst, müstakim, samîmî ve nâmuskâr olmalarını arzu ederdi.
Hayâtın bir tek günden ibâret olmadığını bilenleri, temiz, karakter ve irâde sâhibi olanları, diğerendiş olanları, fedakârlığa kahramanca göğüs gerenleri severdi. Sözleri insanın kalbine işlerdi. Konuşurken edebiyat yapmaz, asla boş lâf etmez, acı bir söz sarfetmezdi.
Téophile Sargologo
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.180-181

Hakkında Yazılan Eserler

1.KEN’AN RİFÂÎ ve YİRMİNCİ ASRIN IŞIĞINDA MÜSLÜMANLIK
Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Safiye Erol, Sofi Hûri.
İstanbul, 1951,1965, 1976,1983, 2003, 2009, 2012, 2014
“…bu eser hiç şüphe yok ki tefekkür hayâtımızda bir hâdise teşkil edecek kadar mühimdir. Zîra, Ken’an Rifâî, yirminci asrın ışığında Müslümanlığı tefsir eden ve zamânımızın îcapları ve hayat şartları içinde alacağı yeni veçheyi tâyin eden ve salâhiyetli ve en değerli insandı. Onun şahsında İslâmiyet, lâyık olduğu değeri ve mânâyı kazanarak, bu asrın her türlü ilim ve fen gerçeklerine mâlik nesilleri ile yeniden bir temas ve köprü kurmak imkânlarını bulmuştur.
Bu mühim bir dâvâdır. Öyle bir dâvâ ki, bütün bir İslâm âlemini, bütün müsteşrikleri ilgilendirecektir. Bu îtibarla, Ken’an Rifâî’nin düşüncelerini bütün dünyâya tanıtmak, eserini yabancı dillere tercüme etmek lâzımdır.”
Doç. Dr. Cevdet Perin,Hafta (III), 9 Kasım 1951

 

“Ken’an Rifâî tasavvufu yaşamakla iktifâ etmesi bakımından… ‘mutlak’ı, ‘mümkün’de, ‘vücut’u, ‘izhar’da arıyor. Allah sevgisini eşyâdan kaçarak mücerret bir varlıkta bulacak yerde, mücerret varlığı eşyâya naklediyor. Spinoza’nın riyâzî ve aklî panteizmine aşk ve şevk yoluyla nüfuz etmeye çalışıyor; insanları ve mahlûkatı sevmeden, Allâh’ı sevmeye imkân olmadığını gösteriyor. Bu sûretle tasavvufu, doğrudan doğruya, beşerî bir ahlâk kriteryomuna bağlıyor. Daha doğrusu o yaşanılan ve inanılan hakîkî ahlâkın kendisi oluyor. Burada mutasavvıf, kendisini zihnî bir tecrit ve teemmül ameliyesi içinde hapsetmiyor. Tam tersine hayâtın damarına girmeye çalışıyor. O, ‘zâhir’de ‘bâtın’ı, ferdî iyilikte, ilâhî iyiliği, ferdî muhabbette, ilâhî aşkı, ferdî fazîlette, ilâhî fazîleti arayan bir ahlâk kahramânı rolündedir. Bunu kendisi şöyle anlatıyor: ‘… Şunu bilmek lâzımdır ki, Allah fiili ile kavli, sıfâtı ve zâtı ile, zâhir ve bâtın bütün tasarrufâtı ile insanda zuhûr etmiştir. …
Şüphesiz her mutasavvıfın aradığı kemâl, neticede ahlâkî bir aksiyona yönelir. Ve nefsin tasfiyesi, hem hareket ve hem de gāyedir. Bu tasfiye, insanlardan ve eşyâdan kurtulmak sûretiyle olduğu gibi, kendini insanların ve eşyânın kahrına, kinine hedef tutmak sûretiyle de olur. Ken’an Rifâî bu ikinci yoldan yürüyor. Böyle bir tasavvufta her makam bir ahlâkî tecrübe oluyor. Bundan dolayı hakkında yazılan bu kitap, onun tasavvuf görüşünü îzah etmekten ziyâde yapmış olduğu ahlâk tecrübesinin bize bir menkıbesini veriyor. O da, velîler gibi, söze değil öze önem vermiş. Sözün müfessirleri, özün havârîleri olur. Ahlâk, söz değil özdür. Onu da gören anlar, eren anlar.”
Dr. Cahit Tanyol, Yeni Sabah 6 Teşrîn-i Sâni 1951.

 

“Eserin sahifelerini çevirdiğimiz zaman, gerçek medeniyetin, bir ruh ve his medeniyeti olduğunu; hakîkî değerlerin ise, mânevî değerlerden ibâret olduğunu anlıyor ve bu hava içerisinde; sanki bir rüyâ âlemindeymiş gibi, kitabı bitiriyoruz.
Eserde, umûmiyetle mistik bir hava hâkim olmakla beraber, çekici bir üslûba ve derin bir kültüre dayanan tahliller ve düşünceler de vardır. Ken’an Rifâî’nin, ahlâk, din, aşk, hâtıra ve daha birçok mevzular üzerindeki ince duygularını ihtivâ eden bu değerli eser, İnkılâb Kitabevi tarafından yayınlanmış olup… bu eseri iyi bir dünya görüşüne mâlik olmak isteyen herkese tavsiye ederim.”
Necdet Evliyagil, Cumhuriyet Gazetesi,3 Aralık 1951

30“Dört değerli müellifin delâletiyle tanıdığımız Ken’an Rifâî mistik bir hüviyet taşımakla beraber, hem zaman diyebileceğimiz bir davranışla, hem içe, hem dışa
dönüktür.İki ayrı ameliye, birbirinden ayrılmadan, birbiriyle iç içe icrâ olma hâlindedir. Ken’an Rifâî hem aydınlanıyor, hem aydınlatıyor.
Önce belirli şahsiyetlerin irşat çerçevesinde, sonra ihtimal kendisinin pek iyi bildiği mürşitlerin tesir çevreleri içinde fakat aynı zamanda, hattâ uzağındakiler onun irşat çerçevesi içindedir. Böylece misilsiz, yâhut misline pek az rastlanmış bir ruh ameliyesi cereyan etmektedir. Ken’an Rifâî, din bakımından, hâli ve samîmî bir reformatör olarak üzerinde durulacak hamleler getirmiştir.”
Zeria Karadeniz, Son Saat, 13 Ocak 1952

 

2.DOST
Sâmiha Ayverdi, Hülbe Yayınları , Ankara 1950,
Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 1980, 1995,1999, 2007, 2010, 2013.

Her devirde ve her asırda Ebû Bekir ve Ebû Cehil yaradılışlı kimseler olduğu bilinince, gerçeklerin beyânında niçin söz söyler, neden kalem oynatırız, diye düşünmemek elde değil. Zîra hakîkatler, ancak o hakîkatle soydaş olan gerçek kimselere yüz gösterir, gāfil inkârcılara değil.. s.3

 

243. MESNEVÎ HATIRALARI
Kâzım Büyükaksoy, İstanbul 1952

Ken’an Rifâî Hazretlerinin Ümmü Ken’an Dergâh’ında yapmış olduğu Mesnevî-i Şerif takrirlerinde 1324-1341 (1908-1925) seneleri arasında tutulmuş “notlardan bâzıları” 270 sayfalık küçük boy bir kitap olarak yayımlanmıştır. Kitabın sonunda 271-274. sayfalar arasında “Ken’an Rifâî’nin Hayâtı” başlığı altında ana hatlarıyla hayat hikâyesi verilmiştir. Kitapta bu Mesnevî sohbetlerinin hangi ciltlere âit olduğu belirtilmemiştir. Çeşitli ciltlere âit sohbetlerden tutulmuş notlar olduğunu anlaşılmaktadır.
İkinci baskısı 2013 yılında Nefes Yayınları arasında Ken’an Rifâî’den Mesnevî Hâtıraları adıyla (384 s.) yapılmıştır. (M.Tahralı)

 

 

4.RAHMET KAPISI
Sâmiha Ayverdi, İstanbul,1985.

… ile Galatasaray Lisesi’nin önünden geçiyorduk. Mürşidimin dokuz yaşla on dokuz yaş arası, içinde bulunduğu bu mektep, hâfızamda saklı bulunan eski bir hâtırayı durduğu köşesinden çekip getirmişti. Yolda …’ya anlattım.
Öyle can kulağı ile dinlemiş olmalı ki: ”Yazmalı bunları” dedi. Doğru söylüyordu. Yazılmalı idi.
Ancak kaydedilen bu hâtıra, sanki bir lokomotif olmuş ve hareket eder etmez, arkasında, toz toprak içinde, uyuklar gibi sâkin sessiz beklemekte olan vagonları çekmeğe başlamıştı.
Çekti çekti. Hâlâ da kapalı kalmış nicelerini sürüklemekle meşgul. … (s.5)

 

5.ZERREDEKİ OKYANUS
Gülmisal Gürsoy (Derleyen)
Ken’an Rifâî ile “Kendinden Kendine Yolculuk”, İstanbul 2003.

…Lessing’in dediği gibi, “Allah bana bir eliyle hakîkati, bir eliyle de hakîkat arayıcılığını göstererek hangisini beğenirsin, diyecek olsa ben arayıcılığı seçerdim” sözündeki isâbete inanarak insanoğlundaki tecessüs (merak) melekesinin istihâle (değişim) ve harekete tâbi olan hakîkati kendi zihnî ve hissî imkânları ile araştırmaktan hoşlandığını da takdir etmiş, bu yüzden de hiç kimseye doğrudan doğruya “inan!” dememiş, “düşün!” diyerek bir tefekkür silsilesinden sonra inanıp inanmamayı yine düşünücünün hükmüne bırakmıştır.(s.470)

 

6.DOST KAPISI
Ezel ve ebed arasında: Ken’an (Rifâî) Büyükaksoy
Yazdıkları ve söyledikleri.
Hakkında yazılanlar ve söylenenler
İsmet Binark
Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı, İstanbul, 2004.

Bu kitapta, nice ölümsüzlüğe eren bahtiyarlar gibi, ölmeyenlerden, bir âbide şahsiyetin, bir ulunun ruh yüceliğini, mânâ zenginliklerini ve güzelliklerini, sevgide, dostlukta ve sevapta insan olduğumuzu hiç unutmamamız dileğiyle, bir sevgi demeti olarak sizlere sunuyoruz.
Seçilmişlerden bir seçilmiş olan o ulu, bizleri, insan olmanın idrâkine, kendimizi tanımaya, dünyâya geliş ve ayrılış mâcerâmızın sırlarını çözmeye, ahlâk güzelliklerine ve gönül huzûruna dâvet ediyor.(s.9)

 

7. KEN’AN RİFÂÎ İLE AŞKA YOLCULUK
Cemâlnur Sargut
Sufi Kitap, İstanbul 2006
Sadık Yalsızuçanlar’ın Cemalnur Sargut ile yaptığı sohbetlerden derlediği kitap …

 

8.DÖRT DUVAR SENİ SÖYLER
Ken’an Rifâî ile Diyardan Diyara
Gülmisal Gürsoy
Bir Harf Yayınları, İstanbul 2007.

Burası dünyâ. Burada acı da var tatlı da. Ancak şunu unutmamak lâzım ki, hayat bir ıztırap yumağı değil, her ânıyla bir armağan. Fakat bu gerçeği görecek göz, gösterecek dost lâzım.
Bu dost da öyle bir dost olmalı ki;
Bilgeliğiyle sezgisi ve tecrübesiyle aydınlatan,
Bizimle doğup, bizimle ölebilecek kadar bizden olan,
Hatâlarımızda sevaplarımızda yanı başımızda yer alabilen,
Sâdece bir muhabbet ânında değil, ömür boyu dostluğunu esirgemeyen,
Yanlışları doğruya, doğruları da güzele çevirmek için emek veren,
Hâline, tavrına gizlenmiş erdemlerini cömertçe sunan, ufukları aralayan,
Karınca kararınca bu ufuklardan toparlayabildiklerimizi
kendi dünyâmıza taşıyabilmemize destek veren, emeğini ve gayretini lutfetmekten çekinmeyen, vefâlı olan, can yakmayan, hayal kırıklığına uğratmayan, uyandırdığı hayranlıkla gözleri görücü kılan,
yüreklere dokunup onu konuşturabilen
bütün bunlardan dolayı da sinsi veya âşikar hiçbir menfaate
tenezzül etmeyen biri olmalı. (s.33-34)

 

9. KEN’AN RİFÂÎ’NİN MESNEVÎ SOHBETLERİ
Arzu Eylül Yalçınkaya, İstanbul 2012.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı’nda yüksek lisans tezi.

img001

10.Mutasavvıf Bestekârlar
KEN’ÂN (RİFÂÎ) BÜYÜKAKSOY
Mûsikî Yönü ve Eserleri
Yüce Gümüş
Zâhir Yayınları, Ankara 2013.
Besteciliğe Medine’deki öğretmenliği sırasında, öğrencilerinin okuması için tasavvufî temalı küçük eserler besteleyerek başlayan Büyükaksoy’un, vefat ettiği 1950 yılına kadar ulaştığı eser(beste) sayısı 34’tür. … eserler teknik yapılarının yanında zarif ve sanatlı melodik özellikleriyle klasik ilâhi anlayışının içerisinden farklı bir yol açmıştır. (s.13)

 

11. AÇIK DENİZE YOLCULUK
Cemâlnur Sargut ile Tasavvuf Sohbetleri
Sorular: Sadık Yalsızuçanlar
Nefes Yayınları, İstanbul 2013.

“Cemâlnur Sargut’la Açık Deniz’e Yolculuk” sizi …, Muhammedî hakîkat ve ahlâkının yüzyılımızdaki büyük temsilcisi Ken’an Rifâî Hazretleri’nin mânâ denizine doğru yolculuğa dâvet ediyor.

Hâtıralar, Nükte ve Latîfeler

İnsanlık idealini kendine gāye düzen ve cemiyet içinde gönüllü bir ahlâk mücâhidi olarak temâyüz eden Ken’an Rifâî’nin terbiyeciliği, öğretim ve eğitim metotları ve husûsiyetleri, onun şahsiyet yapısının üzerinde ehemmiyetle durulması îcap eden bir noktasını teşkil eder. Öğrenmek ve öğretmek azim ve cehdi hayâtına, sonuna kadar ışık tutan ve ona yaşama arzu ve kudretini veren bir kaynak olmuştur. “Yaşadığım kadar ya bir şey öğrenmeliyim, ya bir şey öğretmeliyim” düstûru sık sık tekrarladığı bir hakîkatti. Güzel, iyi veya faydalı herhangi bir şey görüp öğrendiği zaman bunu etrâfındakilere tekrarlamaktan asla usanmaz, duyanların da duymayanlara anlatması için âdeta telâşlanır, “Bildiğinizi kendinize saklamayın, öğretmek cihetiyle kıskanç, öğrenmek cihetiyle ihmalkâr olmayın. Bildiğini kendine saklayan kimse beşeriyet için bir ayıp teşkil eder, öğrenin ve öğretin” diye sık sık etrâfını îkaz ederdi. Öğretmek husûsunda olduğu kadar öğrenmek husûsunda da ihmal göstermez, ilmin gelişmelerini, teknik îcatları, felsefî veya estetik cereyanları tâkip eder, târihî bir hakîkati öğrenmek için ne bir fırsat kaçırır, ne bir istiğnâ gösterir, yeni bir şey öğrendiği vakit çocuklar gibi sevinirdi. Rahatsızlığının bir hayli ilerlediği günlerde yorulmasından korkarak meselâ başlamış olduğu bir hikâyeyi bilip de, “biz anlatalım” diye müdâhale edenlere izin vermiyor, “Hayır, yorulmuyorum, bilakis zevk alıyorum, dinleniyorum, bu benim işim” diyordu.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.125

***

Her suçta bir mâzeret arar ve bilhassa etrâfına başkalarından değil, bizzat kendilerinden korkmayı tavsiye ederdi. Zîra bir üzüntüye, bir musîbete mâruz kalındığı zaman, kabahati sebeplerde değil kendimizde aramamızı ister ve bu netîcenin hemen dâima bizim bir noksanımızdan -faraza basîretsizlik, sebat, sabır, saygı ve kavrayış noksanı gibi- bir hatâmızın mahsûlü olduğunu gösterirdi. O, çok iyi biliyordu ki tâlih ve kader denen alın yazısı şuur altında biriktirmiş olduğumuz iyi veya kötü tohumlarda saklıdır. Böyle olunca da mukadderâtımızın mîmârının kendimiz olduğundan şüphemiz kalır mı?
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003, s.132-133

***

Ken’an Rifâî’nin, Ekrem Hakkı Ayverdi ile şaka yollu bir konuşmasından alınan şu parça da onun bu husustaki kanaatinin en canlı bir ifâdesidir:
“Sen mîmarsan biz de mîmârız; herkes binâ-yı hayâtının mîmârıdır. Faraza sen yaptırdığın bir binâya fenâ malzeme kullanır çürük ve hesapsız yaparsan, o binâ yıkılır, netîcede seni mesul ederler…
İnsanların da buldukları sürur, keder, iyilik, fenâlık, cennet ve cehennem, binâlarını iyi veya fenâ kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz netîcenin mesûliyeti başkalarının değil kendimizindir. Eğer bizim vücûdumuz binâsını da çürük ahlâklar ve kötülüklerle yapmışsak günün birinde kendi kendine çöküverir.”
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.134

***

img006Bu dünyâda tam iyilik ve tam fenâlık olmadığına, her şeyin nispî ve izâfî olduğuna inandığı içindir ki, insanları suçları ve kusurları ile kabul etmiş ve
bunları bir muhabbet potasına batıra çıkara temizlemeye bakmıştır. Her fırsatta, âzamî müsâmaha ile “Bu ordugâhta hoşu da olur, boşu da” diyordu.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.134

***

Her zaman başkalarının fikirlerini ehemmiyetle dinlemiş en genç ve tecrübesiz talebelerinin tenkitlerini bile yumuşak bir anlayışla kabul etmiş ve “Hakîkatla mağlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur” demiştir. Dogmatik îman, nazarında makbul değildi. Hazret-i Ali’nin “Görmediğim Allah’a tapmam” sözünü sık sık ve zevkle tekrarlardı.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.135

***

Onun terbiyecilik vasıfları üzerinde dururken dikkat etmemiz lâzım gelen hususlardan biri de şudur: Ken’an Rifâî hayâtı boyunca kabullendiği irşat işinde din ve îman unsurlarından bilhassa faydalanmıştır. Zîra ona göre hakîkî îmanlı adam, içtimâî âhengin en güvenilir unsuru ve en sağlam emniyet supabıdır. İnsanlığın hudûdu, mezhebi, milleti olmadığına göre bu gökkubbenin altında bel bağlayabileceğimiz sîmâ, hakîkî ve samîmî îman sâhibinin yüzüdür. Bundan dolayı da Ken’an Rifâî vicdânî hayâtın kurulma ve gelişmesinde ve insanoğlunun seciyesini işlemekte dîni, her zaman sözü geçkin bir mevkîde görmüştür. Hayat dramının her zahmetini, her müşkülünü tebessümle kolaylaştırmasını bilen bu büyük insan, yeis ve ümitsizliğe demir atmış kimseleri, şüphe ve zan vâdîlerinde şaşırıp kalan bahtsızları, yumuşak ve sıcak bir îman havası içinde gevşetmiş, ayıltmış, kendilerine getirmiştir.
Fakat onun yapıcı ve yaratıcı zekâsı asırlar boyunca siyâsî, içtimâî, coğrâfî sebepler ve taassup sûikastleri ile kalıplaştırılmış din teorileri üzerinde kuluçka yatmamış, bilakis, kabuğu kırıp cevheri ışığa çıkarmıştır.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.135-136
Mesnevî’den: Saâdet, dünyâyı dünyevîlere bırakmak ve rızâ ve teslîmiyetten ibâret olan bir hırka bir lokmaya kāni olmaktır, mânâsına gelen beyit okundu. Bu beyti bize şöyle tefsir etti.
“Evet, hırsın tepelenince saâdet yüz gösterir ve hırs kalkarsa, dünya didişmeleri nihâyet bulur. Dervişlerin bir hırka, bir lokma dedikleri, rızâ ve teslîmiyettir. Yoksa aç kalmak, çıplak gezmek demek değildir. Ye, iç, gez, yürü, giyin! O yediğin yemeklerle bu rızâ lokmasını bulduktan ve giydiğin elbiseler içinde yokluk hırkası ile olduktan sonra niçin bunlardan vazgeçesin? Elverir ki onlarda da Hakk’ın tecellîsini göresin.
Gez, yürü… fakat yâr seninle olsun. O temâşâ olunan güzellikler de yârin güzelliğinden bir parçadır. İş yokluktadır. Onu hâsıl ettikten sonra ne istersen yap.”
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.429

***

36Bilmenin âlâ derecesi nedir?
“Bilmenin âlâ derecesi, bilmemektir.
Bilmem diyen öğrenir.
Bilirim diyene ne söylenir?”
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık,2003,s.524
Gramofon çalınacaktı. Münîre Hanım dinlemek için vaziyet aldı ve: “Dinlemeye hazırlanıyorum!” dedi.
Yarı latîfe ile: “Dinleyeceksen kendini dinle.. kulağa ağızdan daha yakın ne vardır? Ağzından çıkanı dinle, bu sana yeter!”
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003, s.525

***

Nûhun gemisinden bahsolunuyordu:
“ Nûhun gemisini görmek için kurûn-ı ûlâya veya vustâya gitmeye ne hacet? Gönlünü gam kaplıyor, işte tûfan! Bakıyorsun şâdîlik, sürur ve ferah zuhur ediyor. İşte sığınacak yer olan sefîne-i Nuh!”
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.528

***

Bundan kırk beş sene evvel, bir gün kahve içerken Dr. Server Hilmi Bey, fincanı yavaşça bıraktığını ve bir daha da içmeye niyetli olmadığını hissederek sebebini sorunca, istikrahsız ve çok yumuşak bir sesle:
“İçinde sinek sultan var ağabeyciğim” diyor.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003, s.529

***

Radyoda şarkı söylüyorlardı:
“O uzun saçlarına bağlanıp gitti gönül…”
“Bir saç dökülmesi gelirse bitti gönül” diye beyti tamamladıktan sonra:
“Yazık ki böyle geçici bir şeye gönül bağlamışsın” dedi.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.529

***

img001Mevsim kış, vakit gece idi. Oturduğumuz salonun sıcak havası, içimizden iki kişiyi esnetti. Lütfiye Vâlide ise oturduğu yerde uyumakta idi.
“Koca Lütfiye bak esner mi? Olsa olsa doğrudan doğruya uyur vesselâm!” dedi.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.530

***

Cihânı kucaklayan rahmeti ile berâber onda milliyet hissi çok kuvvetli idi. Kendisine ikram edilen bir Bulgar sigarasını, “İstemem, kendi milletimin malı dururken niçin başkasının malını kullanayım” diye almamış, bir başka gün, efendim, bakın Amerikan domatesi, size salata yapalım, deyince, “Salata isterim, fakat Türk domatesi ile!” diye cevap vermişti.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003, s.534

***

Semîha Cemal Hanım’ın ufûlünden sonra bir akşam salonda sessiz, sedâsız otururken:
“Mami dinlendir şu elektriği”
diyor ve oda karardıktan sonra sözüne şöyle devam ediyor:
“Biraz evvel burada kaç kişi iseniz yine hepiniz varsınız, fakat birbirinizi göremiyorsunuz, çünkü şimdi sizi birbirinize gösteren ışık yok. İşte, öldü ve aranızdan ayrıldı zannettikleriniz de böyle… Hakîkatte onlar her zaman sizinle berâberler, siz onları aranızda görmüyorsanız, bu, gözünüzdeki nur eksikliğindendir.”
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003, s.548-549

***

Bir gün radyoda bir konser dinlenirken, hazır bulunanlardan biri, “Bu şarkı çok hoşuma gidiyor.
“Ben kadar var mı seven cânân seni”
diyor,” deyince:
“Hazret-i Mûsâ da, Tûr’da Rabbine, “Yâ Rabbi seni benim kadar seven başka bir kulun var mı?” dediğinde, “Karşıya bak, hitâbını alarak vâdîye bakıp yüz bin Mûsâ’yı elinde yüz bin asâ ile görmüştür,” dedi.
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, 2003,s.551-552

***